AÖL Tarih 5 Kitabı
Seçmeli Tarih, Tarih

TARİH 5 (TARİH 11 – 1,2,3. ÜNİTELER) DERS ÖZETİ

1. ÜNİTE   DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ KA

RŞISINDA OSMANLI SİYASETİ (1595-1774)

1.2. XVII. YÜZYIL SİYASİ ORTAMINDA OSMANLI DEVLETİ

Osmanlı Devleti, XVI. yüzyılın sonlarına doğru batıda Avusturya, doğuda Safevilerle mücadele etmiştir. Bu mücadeleler, iç isyanlar, değişen ticaret yollarının Osmanlı ekonomisine olumsuz etkisi, orduda düzenin bozulması Osmanlı Devleti’nin üç kıtaya yayılmış topraklarında merkezî
otoriteyi kaybetmesine neden olmuştur.

Osmanlı-Habsburg Mücadelesi ve Zitvatorok Antlaşması
Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde Mohaç Meydan Muharebesi (1526) ile Osmanlı-Avusturya (Habsburg) ilişkileri başladı. Avusturya, 1533’te imzalanan İstanbul Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin üstünlüğünü kabul etti. Uzun süre ılımlı seyreden Osmanlı-Avusturya ilişkileri 1593’te Orta Avrupa’da hâkimiyet kurma mücadelesi sebebiyle bozuldu. 1596’da Haçova Muharebesi ile başlayan bu dönemdeki hâkimiyet mücadelesi, 1606’da imzalanan Zitvatorok Antlaşması ile sonuçlandı.

Habsburg Hanedanı
İlk kez I. Rudolf Dönemi’nde Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na katılan (1273) Habsburglar, Avusturya’ya uzun yıllar (1278-1918) hüküm süren bir hanedandı. Hollanda’yı, Flemenkleri, Castilla (Kastilya) ve Aragonları evlilikler yolu ile egemenliğine aldı. 1521′de I. Ferdinand, Macaristan kralının kızı ile evlenerek bu krallığı da topraklarına kattı. Daha sonra İspanya’ya egemen olan Habsburglar XVI ve XVII. yüzyıllar arasında Avrupa’nın en güçlü devletleri arasında yer aldı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra mutlak monarşilerle birlikte Habsburg Hanedanlığı son buldu.

Aliexpress WW

İstanbul Antlaşması (1533)

Dönemin Padişahı: Kanuni Sultan Süleyman

Dönemin Vezir-i Âzamı: İbrahim Paşa

Önemli Maddeleri
• Avusturya, Macaristan üzerindeki veraset iddialarından vazgeçecek.
• Avusturya’nın Macaristan’da fiilen hâkim olduğu topraklar kendisine ait sayılacak.
• Avusturya Arşidükü (Kralı) (Görsel 1.1) Osmanlı vezir-i âzamına (Görsel 1.2) denk sayılacak.
• Avusturya, elindeki bu topraklar için her yıl Osmanlı Devleti’ne otuz bin altın vergi verecek.
• Avusturya ile Macaristan’ın hâkim oldukları topraklarda bir sınır hattı Osmanlı Devleti’nin temsilcileri gözetiminde belirlenecek.

Zitvatorok Antlaşması (1606)

Dönemin Padişahı: I. Ahmet
Dönemin Vezir-i Âzamı: Murat Paşa

Önemli Maddeleri
• Avusturya’nın Macaristan için ödediği vergi kaldırılacak.
• Avusturya sadece bir defaya mahsus iki yüz bin altın tazminat ödeyecek.
• Avusturya Arşidükü (Kralı) (Görsel 1.3) protokol bakımından Osmanlı padişahına (Görsel 1.4) denk sayılacak.
• Yazışmalarda “Avusturya Kralı” yerine “Roma Cesarı” unvanı kullanılacak.
• Her iki taraf birbirine zarar vermekten kaçınacak.
• Antlaşma yirmi yıl geçerli olacak.

Zitvatorok Antlaşması ile Osmanlı Devleti dış politikada prestij kaybetti. Osmanlı Devleti, Macaristan’dan toprak elde etme gayretinden vazgeçtiği gibi Avusturya’nın ödemekle mükellef olduğu vergilerin kaldırılmasını da kabul etti. Bu kazanımlar Avusturya’nın siyasi protokolde büyük devlet olduğunun kabul edilmesini, Osmanlı Devleti ile diplomatik protokolde eşit olmasını sağladı.

Osmanlı – Safevi İlişkileri

Akkoyunlu Devleti’nin yıkılmasından sonra İran coğrafyasında XVI. yüzyılın başlarında Safeviler etkili olmaya başladı. III. Murat Dönemi’nde (1574-1595) Safevilerin Osmanlı Devleti topraklarındaki yıkıcı, bölücü faaliyetleri ve İran topraklarından geçen ticaret kervanlarını yağmalamaları tekrar savaşları başlattı. 1590’da imzalanan Ferhat Paşa Antlaşması ile Tebriz, Karabağ, Dağıstan ve Şirvan gibi yerler Osmanlı Devleti’nin eline geçti. Osmanlı Devleti bu antlaşma ile doğudaki en geniş sınırlarına ulaştı.

III. Mehmet Dönemi’ndeki (1595-1603) iç isyanlar ile Osmanlı-Avusturya mücadelesini fırsat bilen Safeviler Tebriz, Nahcivan ve Erivan’ı ele geçirdi. I. Ahmet Dönemi’nde (1603-1617) Safevilerin saldırıları uzun süreli savaşlara dönüştü. Bu savaşlar 1612’de imzalanan Nasuh Paşa Antlaşması ile sona erdi.
II. Osman (Genç) Dönemi’nde (1618-1622) Osmanlı Devleti’nin Safeviler üzerine sefer düzenlemesi sonucu Serav Antlaşması (1618) imzalandı.

IV. Murat (1623-1640), 1635’te İran üzerine düzenlenen Revan Seferi’ni bizzat komuta etmiştir.. Osmanlı ordusunun İstanbul’a dönmesiyle Safeviler tekrar saldırıya geçti. IV. Murat bunun üzerine Bağdat Seferi’ne çıktı. Bağdat Kalesi’ni
aldı ve Safevilerle 1639’da Kasr-ı Şirin Antlaşması’nı imzaladı. Kasr-ı Şirin Antlaşması ile Revan Safevilerde, Bağdat Osmanlı Devleti’nde kaldı. İki taraf arasında Zagros Dağları sınır kabul edildi. Osmanlı Devleti ile İran arasında yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşması bazı küçük değişiklikler dışında bugünkü Türkiye-İran sınırını da belirledi.

Osmanlı Devleti’nin XVII. Yüzyılda Karşılaştığı Stratejik Tehditler

Osmanlı-Lehistan İlişkileri Karadeniz’in kuzeybatısında yer alan Lehistan (Harita 1.3) ile Osmanlı Devleti’nin ilişkileri II. Murat Dönemi’nde (1421-1451) başladı. Osmanlı Devleti’nin XVI ve XVII. yüzyıllarda Avusturya, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ve Rusya ile mücadele ettiği dönemde Lehistan, tampon bölge konumundaydı. Lehistan’ın aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Baltık Denizi’ne ulaşabileceği geçiş koridoru olması da stratejik önemini arttıran sebeplerdendi.

XVII. yüzyılın başlarında Lehistan’ın, Osmanlı Devleti’nin himayesinde bulunan Eflak, Boğdan ve Erdel’in iç işlerine müdahalesi ve Osmanlı topraklarına saldırılar düzenleyen Kazakları koruması üzerine II. Osman 1621’de Lehistan Seferi’ne çıktı. Osmanlı ordularına Tatarlar yardım ederken Lehistan ordularına da Kazaklar yardım etti. Yaklaşık bir ay devam eden mücadeleden her iki taraf da net bir sonuç alamadı.

Lehistan 1672’de Osmanlı Devleti’nin himayesindeki Ukrayna’ya saldırdı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Lehistan’a sefer düzenledi. Sefer sonucunda Podolya bölgesindeki Kamaniçe Kalesi (Görsel 1.6) ele geçirilince Lehistan barış istemek zorunda kaldı. İki taraf arasında 1672’de Bucaş Antlaşması imzalandı. Bucaş Antlaşması’na göre Podolya Osmanlıya, Ukrayna ise Osmanlının egemenliğindeki Kazaklara bırakıldı. Antlaşmaya göre Osmanlı Devleti’ne yıllık ödemesi gereken vergiyi vermek istemeyen Lehistan antlaşmaya karşı çıkıtı. Antlaşmada yer alan vergi maddesi kaldırıldı. 1676’da antlaşma ikinci kez imzalandı. Osmanlı Devleti bu antlaşma ile batıdaki en geniş sınırlarına ulaştı.
Lehistan, 1683’te Avusturya İmparatorluğu, Rusya, Venedik, Malta gibi güçlerin oluşturduğu Kutsal İttifak’ın içinde yer alarak Osmanlı Devleti’ni tehdit etmeye devam etti. Osmanlı Devleti 1699’da Karlofça Antlaşması ile Podolya ve Ukrayna’yı Lehistan’a bırakmak zorunda kaldı.

Osmanlı-Venedik İlişkileri

Venedik, İtalya Yarımadası’nın kuzeydoğusunda, Adriyatik Denizi’nin kıyısında yer alan VII. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş denizci bir şehir devletiydi. Osmanlı-Venedik ilişkileri iki devlet için stratejik öneme sahip olan Akdeniz’de üstünlük kurma mücadelesi ile başladı.

Fatih Sultan Mehmet, Venediklilere bazı imtiyazlar vererek iki devlet arasındaki ilişkilerin uzun süreli barış sürecine girmesini sağladı. Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde Akdeniz’de üstünlüğün Osmanlı Devleti’ne geçmesi denizci
bir devlet olan Venediklilerle ilişkilerin bozulmasına neden oldu.

II. Selim Dönemi’nde Kıbrıs’ın alınması (1571) ile Venedikliler, Akdeniz’de üs olarak kullanabilecekleri Girit’e yoğunlaştı. Venediklilerle birlikte Girit’e yerleşen Malta ve diğer Hristiyan deniz korsanlarının Türk ticaret ve hac gemilerine zarar vermesi, can ve mal güvenliğini tehdit etmesi Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki hâkimiyetini zedeledi.

Venedik, 1656’da İstanbul üzerine bir saldırı düzenledi. Venediklilerle mücadele uzun yıllar devam etti. Osmanlı Devleti ancak 1669 yılında Kandiye Kalesi’ni ele geçirerek Girit Adası’nı fethedebildi.

Osmanlı-Malta İlişkileri

Malta, Akdeniz’in ortasında doğu-batı yönündeki geçiş noktasını koruyan özel konumu, dünyanın en korunaklı doğal limanlarına sahip oluşu ve yıl boyunca ılıman iklimi ile tarih öncesi çağlardan beri çeşitli kültürlere ait yerleşimlere sahne olmuş ve buna bağlı olarak küçük yüzölçümünden beklenmeyen tarihî zenginliğe sahip bir ülkedir.

Kanuni Sultan Süleyman 1522 yılında Rodos Adası’nı aldı. Rodos’taki şövalyeler de Malta Adası’na yerleşti. 1565 yılındaki şiddetli hücumlar son derece müstahkem Malta surlarını aşamadı. Tecrübeli denizci Turgut Reis Malta’da hayatını kaybetti. Osmanlı kuvvetleri büyük kayıplar verdi. Malta Adası alınamadı.

Osmanlı-Rusya İlişkileri

Osmanlı Devleti’nin kuzey sınır komşusu olan Rusya’nın güçlenmeye başlaması XVI. yüzyılın başlarında gerçekleşti. XVI. yüzyılın ikinci yarısında Hazar Denizi civarında bulunan Türkistan Hanlıklarını hâkimiyeti altına alması, İslam dünyasının lideri olan Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmişti.

Rusya, Ukrayna’nın Osmanlı himayesinde olması yüzünden Batı’ya da açılamıyordu.  Kuzeyde İsveç başa çıkamayacağı kadar güçlü bir rakipti. Üstelik Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Kırım hanları varlıklarını ve geçimlerini Rus topraklarına yaptıkları akınlara borçluydu. Dolayısıyla Rusya’nın büyümesi için Osmanlı engelini aşması mutlak bir zaruretti ancak Rusya’nın nüfus, teknolojik ve ekonomik olarak buna gücü yoktu.

XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü ekonomik ve siyasi buhranlar ile İran savaşları, Rusya’ya zaman zaman bu fırsatı verdi. Kırım Tatarlarının Ruslara ve Kazaklar’a yaptıkları akınlar Osmanlı-Rus ilişkilerinin bozulmasına sebep oldu. Bazen de Rusların himayesindeki Kazaklar Osmanlı topraklarına giriyorlardı. İşte bu akınlardan birinde Kazak liderlerinin Ruslara sığınması ve Osmanlı himayesindeki Ukrayna’nın Rusya’nın istilasına uğraması Osmanlı Devleti
ile Rusya’yı karşı karşıya getirdi.

Çehrin’deki (Bahçesaray) kale savunmasında Kazaklara yardım eden Rusya, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya boyun eğerek çekilmek zorunda kaldı (1678).

1680 yılında bizzat IV. Mehmet’in katılımıyla sefere çıkılması, Rusları telaşlandırdı ve barışa zorladı. 20 yıllık bir barış antlaşması imzalanarak Özi Nehri Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki sınırı oluşturdu (Bahçesaray-1681).

II. Mustafa Dönemi’nde (1695-1703) Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve Venedik cephesinde aldığı yenilgiler bir kez daha Rusya ile sıcak bir dönemin başlamasına yol açtı. ilk kuşatmadaki eksikliklerini gideren Çar I. Petro, ertesi yıl Azak’ı nehirden ve karadan olmak üzere, ikinci defa kuşatıp ele geçirdi (1696). Bu önemli kalenin düşmesi Çar I. Petro’yu Karadeniz’e çıkma konusunda ümitlendirmiş, Osmanlı Devleti’ni ise endişelendirmişti. Azak Kalesi’nin Ruslar’ın
eline geçmesi Karlofça müzakerelerinde Osmanlılara karşı Rusya’nın durumunu güçlendirdi. Daha sonra Azak Kalesi İstanbul Antlaşmas’ıyla (1700) Rusya’ya bırakıldı.

Osmanlı-Avusturya İlişkileri

Avusturya, I. Kosova Muharebesi’nde (1389) müttefik orduların mağlubiyetinden ilk defa rahatsız oldu ve Osmanlı Devleti’ni Haçlı Seferleri’yle durdurmayı denedi. Bu safhada Osmanlı-Avusturya ilişkileri, Avusturya’nın Haçlı Seferleri’ne, asker göndererek yardım etmesinin dışında hemen hemen yok denecek kadar azdı. 1526’da Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Muharebesi’nde Macar ordusunu hezimete uğratması ile Macaristan toprakları Osmanlı Devleti’nin kontrolüne girdi.

II. Viyana Kuşatması

Avusturya’nın Osmanlı kontrolündeki Erdel’in iç işlerine karışmasından dolayı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa Avusturya Seferi’ne çıktı. Osmanlı Devleti karşısında direnemeyen Avusturya barış anlaşması teklifinde bulundu. İki taraf arasında 1664’te Vasvar Antlaşması imzalandı.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın komuta ettiği Osmanlı ordusu 1683’te Viyana’yı kuşattı. , Kırım Hanı’na kuşatma esnasında Avusturya’ya dışarıdan yardımın gelmesini engelleme görevini verdi ancak Kırım Hanı, Lehistan
ordusunun Tuna’yı geçip Osmanlı ordusuna arkadan saldırmasına engel olamadı. İki ateş arasında kalan Osmanlı ordusu ağır bir mağlubiyet aldı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, orduyu Belgrad’a çekti. İlkbaharda tekrar Viyana’yı kuşatmak için planlar yaptı ancak Viyana Kuşatması’ndaki başarısızlığından dolayı idam edildi.

1683 yılından itibaren Osmanlı ülkesinin Köprülü Mehmet Paşa’dan sonra bulduğu huzur ortamı bu yenilgi ile son buldu.

Kutsal İttifak

Papa, Leh Kralı ile Avusturya İmparatoru’nu barıştırarak Osmanlı Devleti’ne karşı bir ittifakın oluşmasını sağladı. 1684 yılında Venedik ve Malta da bu ittifaka dâhil oldu. Yüzyılın sonlarında savaşın bitmesine yakın Rusya bu birliğe girdi.

II. Viyana Kuşatması’ndaki bozgundan sonra 1699 yılına kadar birçok cephede süren bu savaşlar Osmanlı’nın Avrupa’daki yenilmez imajını sarstı. Kutsal İttifak denilen bu haçlı kuvvetleri on altı yıl boyunca Osmanlı Devleti’yle
savaştılar. Osmanlı Devleti bu süreçte birçok cephede savaşmıştır. Bu savaşlarda en ağır yenilgileri Salankamen (1691) ve Zenta’da (1697) almıştır.

Karlofça Antlaşması (1699)

İngiltere ve Hollanda aracılığıyla Macaristan’ın Karlofça kasabasında, Avusturya, Lehistan, Venedik ile Osmanlı Devleti arasında, 1699’da Karlofça Antlaşması imzalandı. Karlofça Antlaşması ile Lehistan’a Podolya, Venedik’e
Mora ve Dalmaçya kıyıları, Avusturya’ya ise Banat ve Temeşvar hariç Macaristan’ın tamamı verildi. Bu antlaşmayla Osmanlı Devleti batıda ilk kez toprak kaybetti. Antlaşma müzakerelerine katılan Rusya ise uzun vadeli bir barışa yanaşmayarak iki yıllık bir antlaşma imzaladı. 1700 yılında da Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan İstanbul Antlaşması ile Azak Kalesi Rusya’ya bırakıldı.

Avrupalı Devletler Açısından Karlofça Antlaşması

Venedik Osmanlı Devleti, Venedik’e önemli oranda toprak vermek zorunda kaldı, Akdeniz’e açılan kapıların kilidi konumunda olan Mora Yarımadası, Çuha ve İyonya adalarını teslim etti. Boğazlar’ın abluka altına alınması tehlikesi artık kapıdaydı. Venedik açısından Karlofça başarısız bir antlaşma idi. İttifak içerisinde en çetin mücadeleler Venedik tarafından yapıldığı hâlde ticarî önemi olan adalar kendisine verilmedi. Fakirleşen Mora Yarımadası ve halkı Venedik için bir yük olarak görülmekteydi. Venedikler, coğrafi yakınlığı nedeniyle Osmanlı Devleti’nin toparlanır toparlanmaz kendilerine saldıracağına inanıyorlardı. Ümitlerini Kutsal İttifak’a bağlamışlar ve Habsburglara bağımlı hâle gelmişlerdi.
Avusturya Karlofça Antlaşması hükümleriyle Osmanlı reayası olan Katoliklere mezhep hürriyeti verilmesi Avusturya’nın gücü yettiği zamanlarda iç politikaya müdahale etmesine imkân tanıyacaktı.
Lehistan Lehistan’a da Osmanlı Devleti önemli ödünler vermiş, Kazaklar üzerindeki egemenliklerini kaybetmişlerdi. Öte yandan da Kırım ve prenslikler tehdit altında kalmıştı.

Karlofça Antlaşması Sonrası Osmanlı Devleti ve Konjonktürel İttifakları

Karlofça Antlaşması, Osmanlı Devleti için pek çok bakımdan yeni bir dönemi ifade ediyordu. Osmanlı Devleti ilk kez müzakere ederek bir antlaşma imzaladı. Daha önce barış koşullarını dikte ettiren Osmanlı Devleti masa başı diplomasisi ile tanıştı. Bu barış antlaşmasının imzalanması her şeyden önce Osmanlı Devleti’nin saldırıdan savunmaya geçmesini simgelemekteydi. 

Karlofça Antlaşması’ndan sonra devlet idaresinde bürokratik unsurlar, askerî unsurlara göre daha fazla ön plana çıkmaya başladı. Reis’ül küttab (dışişlerinden sorumlu divan üyesi) Mehmet Rami Efendi’nin hemen Karlofça’dan sonra sadrazamlığa getirildi.

Fransa, Osmanlı Devleti nezdinde giderek itibarını kaybetmeye başladı ve bu boşluğu İngiliz ve Hollandalılar doldurdu. Levant ticaretinde (Doğu Akdeniz ticareti) üstünlüğü elinde bulunduran Fransa, ticari faaliyetlerde büyük düşüşler yaşadı.

Resmen olmasa bile fiilen Osmanlı Devleti, Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra yapılan Westphalia Barışı’yla (1648) gelişen Avrupa diplomatik kurallarına göre eşit bir statüde temsil edildi.

1.3. WESTPHALİA BARIŞI’NDAN MODERN DEVLETLER HUKUKUNA

Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) Martin Luther’in öncülüğünü yaptığı reform hareketleri Mezhep Savaşları olarak da anılan Otuz Yıl Savaşları’nın başlamasına neden oldu. Birçok insan uzun süreli bu savaşlarda hayatını kaybetti. Westphalia (Vestfalya) Barışı ile bu savaşlar son buldu ve “hâkimiyet” kavramı bu süreçle yeniden tartışmaya açıldı. Bu gelişmeyle birlikte Roma-Vatikan merkezli birleşik Avrupa yerini ulusal devlet merkezli, parçalanmış bir Avrupa’ya bıraktı.

Otuz Yıl Savaşları Öncesi Avrupa’nın Genel Durumu
Reform hareketleri ile kilise eleştirilmeye başlandı. Eleştiriler beraberinde sosyal kurumların yeniden düzenlenmesi düşüncesini doğurdu. Bu durum Avrupa’nın siyasi ve sosyal dengesini temelden sarstı. Luther’in reformlarının amacı mezhep ya da ekol kurmak değildi.  Luther’in düşünceleriyle açığa çıkan reform hareketlerinin siyasallaşması, Avrupa devletlerinin iç ve dış işlerindeki dengeyi bozdu.  Fransa ve Almanya başta olmak üzere XVI. yüzyılın ortalarında Protestanlar ve Katolikler arasında birçok çatışma yaşandı. Bu çatışmaların merkezinde tek kral, tek din ve tek hukuk düşüncesi vardı.

Fransa’da binlerce Kalvenist 1572’de kıyıma uğrarken Osmanlı Devleti Fransa’ya verilen kapitülasyonları kaldıracağını bildirerek olayları protesto etmiştir. İnalcık, 2014, s.43’ten düzenlenmiştir.

Otuz Yıl Savaşları’nın Sebepleri Avrupa’daki dinî kökenli mezhep savaşlarının sonuncusu kabul edilen Otuz Yıl Savaşları, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na karşı Protestan Alman prenslerinin mücadelesi olarak başladı. Dinî sebeplerle başlayan savaşlarda, Habsburg ve Bourbon (Börbın) hanedanlarının siyasî mücadelesinin de rolü vardır. Augsburg (Ogsburg) Antlaşması, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nda, 1555 yılında Protestanlar ile Katolikler arasında imzalandı. Barış antlaşması ile yasaklanan kilise mallarının kamulaştırılmasına Protestan prensler tarafından devam edildi. 

Taraflar
Protestan Birliği 

Fransa, Danimarka, Bohemya, İsveç, Norveç,
Hollanda, İngiltere, Protestan Alman
Prenslikleri

Katolik Birliği

Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, İspanya,
Avusturya, Bavyera, Katolik Alman
Prenslikleri

Otuz Yıl Savaşları’nın Gelişimi
Katolik İspanya, Hollanda’yı işgal edip Batı Avrupa’da yayılmacı bir politika izledi. Avusturya Kralı Ferdinand, Protestanlara inanç özgürlüğü mahiyetindeki Augsburg Anlaşması’nı ihlal etti. Protestanların 1618’de Prag’da Ferdinand’ın danışmanlarını hükümet binasının camından aşağı attırması gibi olaylar Otuz Yıl Savaşları’nı tetikledi.

(1621) İspanya Kralı III. Philip, Protestan Kuzey Hollanda’ya karşı işgale başladı. Bu durum akabinde Protestanlar Hollanda, İngiltere, Danimarka, İsveç ve küçük Alman prenslikleriyle Katolik ittifakına karşı savaşa girdiler. Otuz Yıl Savaşları’ndaki en ilginç nokta ise koyu Katolik Fransa’nın Protestan ittifakını desteklemesi olmuştur.

Savaşın seyri 1631’e kadar Katoliklerin lehine gidiyordu, 1630’da İsveç’in de savaşa dâhil olması ve Ferdinand’ın İsveç kralına yenilmesiyle Protestanlar savaşı lehlerine çevirmeye başladı. 1635’te ise Fransa’nın İspanya’ya karşı savaşa girmesi ve 1640’ta Portekiz’in İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle İspanya ve Habsburg hızla çözüldü, 1648’de Katolik müttefikler ile Protestanlar arasında Westphalia Barışı imzalandı. Westphalia Barışı ile Avrupa halkına mezhep seçme özgürlüğü tanındı. Hollanda, İsviçre ve Portekiz gibi devletlerin bağımsızlığı kabul gördü. Modern devletler hukukunun temeli atıldı.

Westphalia Barışı’nın Sonuçları
Westphalia’da Protestanlık mezhebi Katolik mezhebine denk sayılarak ve Protestanlığın ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalara son nokta konuldu. Westphalia ile beraber Habsburg Hanedanı’nın itibarı zedelendi ve Almanya’da yerel hanedanlar öne çıktılar.

Otuz Yıl Savaşları’nın bir başka neticesi de savaşın getirdiği felaketlerdi. 1648’de imzalanan Westphalia Barışı’yla birlikte Almanya yüzlerce küçük prensliğe bölündü. Otuz Yıl Savaşları neticesinde Almanya’nın nüfusu oldukça azaldı. Savaştan dolayı üretim durdu ve yıllar sonra bile ülke ekonomik darboğazdan kurtulamadı.

Fransa’nın bazı toprak kazançları da bulunmaktaydı. Fransa’da monarşi Westphalia’dan sonra iyice sağlamlaştı. XIX. yüzyıla kadar kıta Avrupası’ndaki en güçlü devlet ise Fransa oldu.

İsveç savaştan başarıyla çıktı. Hollanda’nın bağımsızlığı Westphalia ile onaylandı. Antlaşma ile İsviçre bağımsız oldu.

Alman İmparatorluğu gibi papalık da Westphalia’da darbe yedi. Papa antlaşmayı geçersiz saydıysa da Westphalia’yı imzalayan ülkeler de Papa’nın bu hükmünü geçersiz saydılar.

İngiltere Otuz Yıl Savaşları’na katılmadı. İngiltere ile rekabet hâlinde olan İspanya ise bu savaşta yenildi. İspanya yenildiği için sonuç İngiltere’nin lehine oldu. Otuz Yıl Savaşları sırasında en buhranlı dönemlerinden birini yaşayan Osmanlı Devleti savaşa doğrudan katılmamış ancak Osmanlı’ya bağlı Erdel Prensliği, İmparator Ferdinand’a karşı mücadele etmişti.

Westphalia, Protestanlığın Papa ve Katolikliğe karşı kazandığı zaferin adeta bir sembolüydü.Westphalia Barışı sıradan bir antlaşma metninin çok daha ötesindeydi. Bu metin, artık devletlerin daha seküler (dünyevi) bir düzlemde pozisyon aldığını, papalık makamının devletin hâkimiyet sahasına artık daha fazla karışamayacağına, devlet çıkarlarının savaşlarda birincil husus olduğuna işaret ediyordu.

Westphalia Antlaşması’nın Giriş Metni
“Bundan sonra Avrupa, kendi yasalarına göre hareket eden, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını izleyen, serbestlik içinde ittifaklar kuran ve bozan, savaş ile barış arasında, güç dengesi kurallarına göre durum değiştiren, elçi gönderip kabul eden bağımsız ve özgür devletlerden oluşacaktır. Devletlerin üzerinde, onların ilişkilerini düzenleyen herhangi bir üstün otorite yoktur. Çıkar çatışmaları güç kullanarak çözümlenmektedir.”  Sander, 1999, s.90’dan düzenlenmiştir. 

XVII-XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Ticaret

XVII ve XVIII. yüzyıllarda Osmanlı Devleti dış ticarette, deniz ve kara ticareti açısından diğer dünya devletlerine üstün gelmişti. XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin dış ticaretinde Batı’nın üstünlüğü görülmekteydi. Osmanlı Devleti bu gelişmeler karşısında uluslararası ticaret şirketleriyle ortaklıklar kurarak devletin gücü azaldıkça yetkileri artan büyükelçilerden diplomatik destek alarak ticari varlığını korumaya çalıştı. Osmanlı Devleti kendi limanlarına yerleşmiş Batılı tüccarların kalıcı olmalarını sağlamak için onlara kapitülasyonlar tanıdı.

Yeni Çağ Avrupası’nın Küresel Güçleri

XV-XVI. yüzyıllarda Avrupa’da “Yeniden Doğuş (Rönesans)” adıyla anılan ve Orta Çağ düşüncesini sona erdiren bir devir başladı. Matbaanın icadı ve basım tekniğinin ıslahı bu gelişmeyi yaygınlaştırırken Portekiz ve İspanyollar’ın önderliğindeki büyük Coğrafi Keşifler, dünya hakkındaki o zamanlara kadar gelen yanlış ve kısıtlı bilgileri temelinden sarstı ve değiştirdi.

Dünyanın Portekiz ve İspanyol bloğuna ayrılması, geniş sömürge imparatorluklarının kurulması ve Coğrafi Keşifler Eski Dünya’nın bilinen ticaret yollarını (Baharat ve İpek Yolu) değiştirdi.  Akdeniz ticareti ise 1869’da Süveyş Kanalı’nın açıldığı tarihe kadar bir durgunluk dönemi geçirdi.

İspanya ve Portekiz’in Denizcilik Faaliyetleri XVI. yüzyılın sonlarına doğru İber Yarımadası’nda İspanya, Portekiz’i zapt ederek siyasi bütünleşmeyi sağladı. İspanya ve Portekiz sömürge imparatorlukları ise uzun ömürlü olmadı.
İspanya ve Portekiz’in çok geniş topraklarına zamanla yeni sömürge devletleri olarak yükselen İngiltere ve Hollanda tarafından el konulmaya başlandı. İspanyol deniz gücü, İngiltere’ye karşı girişilen mücadelede ağır bir mağlubiyete uğradı
(1588).

Fransa Siyaseti ve Sömürgeciliği

Fransa, XVI. yüzyılda sanayi ve ticaretin, özellikle de deniz ticaretinin güçlenmesi ile deniz aşırı boyutlarda genişlemeye başladı. 1580’li yıllardan sonra sömürge politikasına hız verdi ve bu yolda büyük başarılar elde etti.

Fransa, İngiltere ile birlikte zamanla sömürge dünyasının en büyük isimleri hâline geldi. Fransa daha sonra da sömürgeci ülkeler arasında ilk defa Afrika Kıtası’na yönelen ülke oldu.  Fransa’nın yayılmacı politikası, başta İngiltere olmak üzere Hollanda, İsveç ve İspanya’yı rahatsız etti. Fransa, Avrupa dışındaki sömürgelerinin pek çoğunu, rakibi ve takipçisi olan İngiltere’ye terk etti (1763).

İngiltere’nin Denizaşırı Güç Hâline Gelmesi

İngiltere, sadece Avrupa tarihinin değil, dünya tarihinin de seyrini değiştiren ve yönlendiren politika ve stratejilerin ilk uygulayıcısı oldu. İngiltere, başta Amerika Kıtası olmak üzere yeni keşfedilen bölgelere kendi halkını yerleştirdi.

Mali yönden Avrupa devletlerinin finans kaynağı durumuna geldi. Avrupa’da sürdürülen her savaş İngiltere için bir kazanç kapısı oldu. ngiltere, 1580’de Levant Company’i (Livınt Kampani-Doğu Akdeniz Ticaret Şirketi) kurdu.
Bu şirket, XVII. yüzyıldan itibaren ise neredeyse ticari bir tekel hâline dönüştü. Böylece İngiltere, doğudan batıya büyük bir coğrafyadaki kaynakları kontrol eden bir deniz imparatorluğu hâline geldi. Bu süreçte en önemli rakibi Hollanda oldu. İngiltere, 1714’te Cebelitarık’ı işgal ederek Fransa ve İspanya’nın deniz güçlerini etkisiz hâle getirdi.

XVIII. yüzyılın başlarında Avrupa deniz gücü denklemine Rusya da dâhil oldu. İngiltere, Rus deniz gücünü Baltık bölgesindeki İsveç hâkimiyetine karşı bir denge olarak düşündüğü için Rus gemilerine limanlarını açtı. İngiltere,
Fransa ile Yedi Yıl Savaşları’na (1756-1763) girerken hem Amerika Kıtası’nda hem de Hint Okyanusu’ndaki sömürgelerine kuvvet ayırmak zorunda kaldı.

Hollanda’nın Sömürge İmparatorluğuna Dönüşümü

Westphalia Barışı (1648) ile İspanya, Hollanda’nın bağımsızlığını resmen tanıdı. Hollanda, XVII. yüzyılda ticaret ve gemiciliğin gelişmesiyle hızla zenginleşti. Avrupa ve dünya siyasetinde etkili olmaya başladı. 1602 yılında kurulan Birleşik Doğu Hindistan Şirketi ile kısa sürede baharat, tekstil ürünleri, kahve, çay, tütün, kereste, demir, bakır, altın, gümüş, porselen ve boya gibi birçok ürünün ticaretini yaptı.

XVII. yüzyılda birçok sömürgeye sahip olan Hollanda, kıtalar arası deniz ticaretini elinde tuttuğu için dünya ekonomisinin en güçlü devletlerinden biri oldu. Hollandalı tekne sahipleri Avrupa teknelerinin yarısına hâkim olarak dünya deniz taşımacılığının büyük kısmını ele geçirip bütün Avrupa’nın ticaret aracıları hâline geldi.

1795’ten 1815’e kadar Fransız istilâsına maruz kalan Hollanda, elindeki teknelerin çoğunu kaybetti ve kolonilerinin önemli bir bölümünü de Uzak Doğu’daki ticari rantı paylaşmak istemediği İngilizlere kaptırdı.

Rusya’nın Açık Denizlere Açılması

XVIII. yüzyılın başlarında tahta çıkan Çar I. Petro’dan itibaren sıcak denizlere çıkma ve dünya ticaretinde söz sahibi olma politikasını prensip edinen Rusya, kendisine yayılma alanı olarak Osmanlı coğrafyasını seçti.  Zaman zaman bu amacını gerçekleştirmeye çok yaklaşan Rusya, karşısında menfaatleri gereğince Osmanlı Devleti’ni destekleyen İngiltere ve Fransa’yı buldu.  Rus Çar’ı I. Petro’nun (Görsel 1.13) bir diğer hedefi de Balkanlar’daki Slavları kendine bağlamak oldu (Panslavizm). Bu hedefini gerçekleştirebilmek için Osmanlı Devleti ve Avusturya ile mücadeleden geri durmadı. Panslavizm ile ulaşmak istediği bir diğer stratejik planı da Balkanlar üzerinden Ege ve Akdeniz’e açılmaktı.

1736’da Azak Denizi Rusya’nın kontrolüne geçti. Rus donanması 1770’de İngilizlerden aldığı destekle Avrupa’nın çevresinden dolaşıp Sakız Adası’nın karşısındaki Çeşme’de Türk donanmasını yaktı. Rusya, 1774’te Karadeniz üzerinde
hâkimiyet kurup 1783’te de Kırım’ı resmen topraklarına kattı. Osmanlı Devleti 1792 Yaş Antlaşması ile Kırım’ın Rusya’ya ait olduğunu kabul etti.

Yeni Çağ’da İtalya

İtalya, Akdeniz’e hâkim stratejik konumu ve XV. yüzyılda Rönesans Hareketi’ni başlatmasıyla Katolik dünyasının merkezî ve Eski Roma Medeniyeti’nin mirasçısıdır. Ekonomisi genelde deniz ticaretine dayanan İtalya, Coğrafi Keşifler sonrası uluslararası ticaretin Akdeniz’den çok okyanuslara taşınmasıyla XVII. yüzyılda uzun bir durgunluk dönemine girdi. Avrupa’nın en gelişmiş yarımadası olan İtalya’nın eski ihtişamından geriye bir şey kalmadı. Bu durumu fırsat bilen İspanyollar Güney İtalya’yı egemenlikleri altına aldılar.

XVII. yüzyıl sonlarına doğru İspanya, Veraset Savaşı’yla (1700-1713) gücünü yitirince İtalya üzerindeki hâkimiyeti sona erdi. Daha sonra İspanya’nın yerini Avusturya aldı. Avusturyalılar 1707’de Napoli’yi, Sardinya’yı, Sicilya’yı aldı. Bununla birlikte Kuzey Batı İtalya’da yer alan Savona Dükalığı 1720’de Sardinya Krallığı hâline geldi.

Denizlerde Hâkimiyetten Tabiiyete
Osmanlı Devleti’nin Karadeniz Hâkimiyetinin Zayıflama Süreci

Osmanlı Devleti, XV. yüzyılda Karadeniz’de; XVI. yüzyılda ise Akdeniz’de hâkimiyetini tesis etmişti. Osmanlı Devleti’nin Karadeniz ve Boğazlar’da hâkimiyetini tek taraflı olarak kullanması “Boğazlar’ın Kapalılığı İlkesi” şeklinde nitelendirilmişti. Osmanlı Devleti bu kural gereğince Karadeniz’de sadece imtiyaz tanıdığı ülkelerin ticari gemilerinin dolaşmasına izin verdi. Venedik, Fransa, İngiltere ve Hollanda elde ettikleri imtiyazlarla bu izne sahiptiler.

Osmanlı Devleti’nin zayıflamasındaki en önemli dış etkenlerden biri de Rusya’nın Çar I. Petro (1682-1725) liderliğinde güçlü bir tehdit unsuru hâline gelmesiydi. 1700 yılında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan İstanbul Antlaşması ile Azak Kalesi Rusya’ya bırakılmıştı. Böylece Rusya Karadeniz’e açılmak için sağlam bir üs edinmişti.

Rusya, Karadeniz’de ilk olarak serbest ticaret hakkını 1720 tarihinde elde etti. Rus tüccarların Karadeniz’deki statüleri 1739 tarihli Belgrad Antlaşması ile belirlendi. Bu antlaşmaya göre, Rusya Karadeniz’de gemi bulundurmayacak ancak Rus tüccarları Osmanlı Devleti’nin gemileriyle ticaret yapabilecekti.

1770’te Çeşme’de demirli hâlde bulunan donanmanın Rusya tarafından yakılması Osmanlı Devleti için büyük bir felaket oldu. Osmanlı donanması imha edilince, Karadeniz’den uzak tutulmaya çalışılan Rusların Baltık donanması Akdeniz’deki Osmanlı güvenliği için büyük bir tehdit unsuru hâline geldi.

Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1768’de başlayan Kırım ve Karadeniz hâkimiyeti mücadeleleri iki devlet arasında 1774 tarihinde imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile son buldu. Rusya, 1783’te Kırım’ı işgal ederek
topraklarına kattı. Osmanlı Devleti 1787’de Kırım’ın geri alınması için Rusya’ya savaş ilan etti ancak eş zamanlı Avusturya’nın da Osmanlı Devleti’ne saldırısı iki cephede savaşılmasını zorlaştırdı.
1792 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Yaş Antlaşması imzalandı. Yaş Antlaşması’na göre Osmanlı Devleti Kırım’ın Rusya’ya ait olduğunu resmen kabul etti. Bu durum aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Karadeniz hâkimiyetinin zayıfladığının göstergesi oldu.

Osmanlı Devleti’nin Akdeniz Hâkimiyetinin Zayıflama Süreci

Yavuz Sultan Selim Dönemi’nde Doğu Akdeniz kıyıları, Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde Afrika kıyıları, II. Selim Dönemi’nde Kıbrıs Adası, III. Murat Dönemi’nde Atlas Okyanusu’na dayanan Batı Akdeniz kıyıları, IV. Mehmet Dönemi’nde ise Girit’in alınmasıyla Akdeniz Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girdi.

Ümit Burnu’nun keşfi Baharat Yolu’nun ticari önemini azalttı. Diğer taraftan Amerika’nın keşfi ve diğer keşifler zinciriyle Avrupa ülkeleri yönünü batıya veya farklı alternatif ticaret yollarına çevirdi. Bu durum Akdeniz’in uluslararası ticari bölge
olma özelliğini kaybetmesine sebep olurken paralelinde de Osmanlı Devleti’nin bu sulardaki varlığını ve hâkimiyetini önemsizleştirdi.

Deniz ticaretini canlı tutmak isteyen Osmanlı Devleti, Avrupalı devletlere kapitülasyonlar verdi. Bu durum Akdeniz ve Karadeniz’deki ticaretin yabancı devletlerin tekeline girmesine sebep oldu.

Deniz ticaretini canlı tutmak isteyen Osmanlı Devleti, Avrupalı devletlere kapitülasyonlar verdi. Bu durum Akdeniz ve Karadeniz’deki ticaretin yabancı devletlerin tekeline girmesine sebep oldu. Devletler arasındaki antlaşma şartlarına uymayan bu izinli korsanlar, tarafsız bir bölgede düşman veya tarafsız bir devletin gemilerine el koyarak uluslararası hukuku ihlal etti ancak Osmanlı Devleti, bu tür ihlalleri yapan izinli korsanları yakaladığında korsanlık iznini gösteren
belgelerinin mevcut olması durumunda onları tutuklamadı. Sadece el konulan gemilerin iadesini sağladı. Yine de bu durum Osmanlı sularındaki ticareti olumsuz etkiledi. Osmanlı Devleti, bu korsanlara mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesi çerçevesinde diğer devletlerin uyguladığı hukuku uyguladı. Tüm yaptırım ve tedbirlere rağmen izinli korsan saldırılarının önlenememesi bu tarihlerde Osmanlı Devleti’nin kendi sularına hâkim olamadığının bir göstergesidir.

Osmanlı Donanmasında Revizyon

Osmanlı Devleti, Fatih Sultan Mehmet ile birlikte karaların yanında denizlerde de hâkimiyetini güçlendirmişti. Kanuni Sultan Süleyman ile başlayan süreçte Karadeniz ve Akdeniz’in dışında Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Afrika kıyılarında dönemin güçlü denizci devletleri olan Portekiz, Hollanda ve İngiltere’yle mücadele etti.

Osmanlı Devleti donanmada esasen Venedik gemi inşa tekniğini uygulamasına rağmen özellikle 1534’te Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa ile kendi bilgi ve becerileriyle Osmanlı
Devleti’ne has gemi inşa etme ve donanma oluşturma yoluna gitti. XVII. yüzyılın ortalarına kadar devam eden süreçte kürekle hareket edip yelkeni yardımcı olarak kullanan, donanmanın bel kemiğini oluşturan çektiri sınıfı gemiler yerini büyük yelkenli kalyon gemilerine bıraktı.

Kürek Gücünden Rüzgâr Gücüne Geçiş

Osmanlı Devleti donanmada Barbaros (Kızıl Sakal) Hayrettin Paşa Modeli’ni XVII. yüzyılın ortalarından itibaren terk ederek dönemin revaçta olan kalyon modeline geçiş yaptı.

Venediklilerin gerek Girit savunmasında gerekse Çanakkale Boğazı ablukasında kalyonları kullanması Osmanlı Devleti’nde “kalyona kalyonla karşılık verilmesi” anlayışını zorunlu kıldı.

1685-1699 yılları arasında kalyonlar ile girilen deniz mücadelelerinde elde edilen başarılar, kara mağlubiyetlerinden dolayı arka planda kaldı. Bahriye Kanunnamesi (1701) ile kalyon üretimine hız verilmiş, kalyonlar ebat olarak büyütülmüş ve geliştirilmiştir.

1.5. 1700-1774 YILLARI ARASINDAKİ SİYASİ GELİŞMELER

XVIII. Yüzyılın Başlarında Osmanlı Devleti’nin Toparlanma Çabaları

Osmanlı Devleti, II. Viyana Kuşatması’ndaki başarısızlık, Kutsal İttifak ile yıllarca süren savaşlar, Karlofça (1699) ve İstanbul antlaşmalarının (1700) ağır etkisini üzerinden atabilmek için bir dizi diplomatik ve askerî faaliyetlerde bulundu. Bu çerçevede Rusya, Avusturya, Venedik ve Doğu’da da İran ile mücadele etti ancak bu süreçte Edirne Olayı ile yeni bir iç karışıklık dönemine de girdi.

1703 yılında çıkan isyanla İstanbul’da idareyi ele alan isyancılar Edirne’ye gelerek II. Mustafa’yı tahttan indirip yerine kardeşi III. Ahmet’i geçirdi.

III. Ahmet İsveç Kralı’nın Osmanlı Devleti’ne sığınmasını hatta İsveç-Rus mücadelesinde Kırım’ın taraf olmasını barış sürecinin bozulmaması için tasvip etmedi. Nitekim Çar I. Petro’nun saldırgan ve yayılmacı politikasının sonucu olarak İsveç ordusunu takip eden Rus kuvvetleri sınırı geçerek Osmanlı topraklarına girdi. Bu durum 1700’lü yıllardan beri süren barış sürecinin bozulmasına sebep oldu. Osmanlı Devleti’nin barış yanlısı tavrına karşılık Çar I. Petro, Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanca bir tutum izledi.

Kırım Hanı Devlet Giray Han, Rusya’ya güvenilmemesini, eğer Kırım elden çıkarsa Rumeli’nin elden çıkacağını ve asıl hedefin İstanbul olduğunu padişaha bildirdi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa komutasında Rusya üzerine sefere çıktı. 1711 yılında Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu ile Kırım kuvvetlerinin Prut Irmağı kıyısındaki hücumları karşısında direnemeyen Çar I. Petro ve ordusu kısa sürede kuşatıldı. Bunun üzerine zor durumda kalan Çar I. Petro barış istedi. Prut Antlaşması’yla (1711) Rusya, Azak Kalesi’ni Osmanlı Devleti’ne geri verdi ve İstanbul’da elçi bulundurma hakkından vazgeçti. Aynı antlaşmayla Rusya, Lehistan’ın iç işlerine karışmayacağını ve Demirbaş Şarl’ın ülkesine serbestçe dönmesine izin vereceğini kabul etti.

Prut Zaferi, Karlofça Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Devleti için eski güçlü devrine yeniden dönme umudunu doğurdu. Bu zafer Rusya’nın Karadeniz’e ve Balkanlar’a inme politikasını bir süre de olsa engelledi. Çar I. Petro, ordusunu Prut bataklıklarından kurtarmakla diplomatik bir zafer kazandı. Bu sayede İsveç’e karşı üstünlüğünü devam ettirdi. Prut’tan sonra Rus ordusu yönünü Kafkaslar’a, Azerbaycan’a, İran’a ve Türkistan’a çevirdi.

Osmanlı-Venedik-Avusturya İlişkileri
XVII. yüzyılın sonlarına doğru art arda aldığı mağlubiyetlerin Osmanlı Devleti’ne verdiği ağırlık Rusya ile yaptığı Prut Savaşı (1711) ile az da olsa hafifledi ancak bu tarihlerde Venedik, Karlofça Antlaşması’na aykırı olarak Akdeniz’deki Osmanlı ticaret gemilerine zarar vermeye başladı. Diğer taraftan bir Balkan topluluğu olan Karadağlıları Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik edince Osmanlı Devleti, 1715 yılında Venedik’e savaş ilan etti. Osmanlı donanması üç aylık bir
süre içinde Venedik’in eline geçmiş olan Mora Yarımadası’nı geri aldı.

Venedik ile savaş devam ederken eş zamanlı olarak Avusturya ile de savaşılması Osmanlı Devleti’ni zor durumda bıraktı. Osmanlı ordusunu ikiye böldü, bir kısmı Korfu Adası üzerine Venedik donanması ile mücadele ederken diğer kısmı da Petervaradin’de Avusturya ordusu ile mücadele etti. Osmanlı ordusunun Petervaradin cephesinde başarısız olması üzerine Korfu Adası kuşatması kaldırıldı.

Avusturya, Petervaradin Muharebesi’nde başarılı olmasından cesaretlenerek Osmanlı topraklarında hızla ilerledi, Macaristan, Temeşvar ve Belgrad’ı ele geçirdi. Kapitülasyonlar nedeniyle Osmanlı topraklarında çıkarları bulunan İngiltere ve Hollanda, Avusturya’nın ilerleyişini kaygı ile izledi.  İngiltere ve Hollanda’nın arabuluculuğu ile Avusturya ve Osmanlı Devleti arasında 1718’de Pasarofça Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın dışında aynı sene Venedik ile bir de ticaret antlaşması imzalandı.

Osmanlı-Safevi İlişkileri

İran’ın iç karışıklıklar nedeniyle parçalanma sürecine girmesinden yararlanmak isteyen Rus Çarı I. Petro harekete geçerek Hazar Denizi’nin batı kıyılarındaki Derbent ve Bakü’yü işgal etti. Doğu sınırındaki Rus tehlikesi ve İran’da şah olan II. Tahmasb’ın da Osmanlı Devleti’nden yardım istemesi üzerine sefere çıkıldı.

Osmanlı Devleti 1723 yılında da mezhepsel baskıdan dolayı kendisinden yardım isteyen grupları himaye etmek ve İran topraklarının bütünüyle Rusya’nın eline geçmesini önlemek üzere harekete geçmişti. Kafkasya’ya kadar ilerleyen Osmanlı ordusu ile Rus ordusu karşı karşıya geldi. İki ülke arasındaki gergin ortam, Fransa tarafından giderildi ve Osmanlı Devleti ile Rusya arasında İstanbul Antlaşması (1724) imzalandı. Bu antlaşma ile İran’ın kuzeydeki toprakları
Osmanlı ve Rusya arasında paylaşıldı.

İran topraklarını Osmanlı Devleti ile Rusya arasında paylaştıran İstanbul Antlaşması (1724), Safeviler tarafından tepkiyle karşılandı. Bölgede Osmanlı Devleti’ne karşı Kartli ve Karabağ Ermeni isyanları çıktı fakat Osmanlı Devleti tarafından
bu iki isyan bastırıldı.

1725’te Osmanlı Devleti ile İran arasında cereyan eden siyasi gerginlik bir yıl sonra savaşa dönüştü. Safeviler güçlü bir orduyla Gence ve çevresini Osmanlılardan almak üzere harekete geçti. Osmanlı kuvvetleri 1731’de Hamedan yakınlarındaki Kurucan mevkiinde Safevî kuvvetlerini bozguna uğrattı. 1732’de imzalanan Ahmet Paşa Antlaşması ile Aras Nehri’nin kuzeyindeki Azerbaycan toprakları Osmanlılara kalırken Tebriz, Kirmanşah, Hamedan ve Luristan
İran’a bırakıldı. Nadir, Şah Tahmasb’ı 1732’de tahttan indirerek oğlu Abbas’ı tahta çıkardı ve kendisi de naipliğini üstlenerek bütün devlet işlerini ele aldı. Nadir Han 1733’te Bağdat Seferi’ne çıktı ve Osmanlı kuvvetlerini mağlup ederek Kerkük, Necef ve Kerbela’yı ele geçirdi.  Bağdat’ı kuşattı ama alamadan Isfahan’a döndü. Azerbaycan topraklarına girerek Şirvan ve Gence’yi ele geçirip Kars’ı muhasara altına aldı. Arpaçay Muharebesi’nde (1735) Osmanlı kuvvetleri
mağlup oldu. Revan, Tiflis ve Gence Nadir Han’ın eline geçti. Bu gelişmenin ardından Şah III. Abbas’ı tahttan indirdi. Kendisini İran Şahı ilan ettiren Nadir Han adına hutbe okutup, sikke kestirip hanedanlığını kurdu. Böylece Safevi Devleti son bulup yerine Afşar Hanedanlığı kuruldu. Osmanlı Devleti ile İran arasında uzun süren mücadelelerden herhangi bir sonuç alınamaması üzerine 1746 yılında iki devlet arasında Kasr-ı Şirin Antlaşması şartlarını içeren Kerden Antlaşması
imzalandı.

1768-1774 yılları arası Osmanlı-Rus Mücadelesi ve Etkileri

Osmanlı Devleti ve Rusya arasında Karadeniz ve Kırım’ın hâkimiyetinden dolayı 1768-1774 yılları arasında yaşanan kara ve deniz savaşları Osmanlı Devleti’nin ağır mağlubiyeti ile sonuçlandı. Bu mağlubiyetin nihayetinde Osmanlı Devleti için hayati önem arz eden ağır maddeler içeren 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması imzalandı.

Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım bağımsız oldu ve sadece halkı dinî bakımdan halifeye bağlandı.Rus gemilerinin iki ülkenin topraklarını çevreleyen denizlerde serbestçe dolaşması kabul edildi. Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş tazminatı ödedi. Rusya, gerekli gördüğü Osmanlı Devleti yerleşim birimlerinde konsolosluklar açıp kapitülasyonlardan yararlanma hakkı elde etti.

2. ÜNİTE  DEĞİŞİM ÇAĞINDA AVRUPA VE OSMANLI

2.1. YENİ ÇAĞ AVRUPASI’NDA MEYDANA GELEN GELİŞMELER

Katolik Kilisesi’nden Alternatif Dünya Tasavvuruna

Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçü sonrasında yıkılınca Antik Çağ kültürü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. “Kilise”, Avrupa’da Eski Dünya’nın yıkıntıları içinde Antik Çağ’ın kültür değerlerini ele alıp kurtarmıştı. Din, barbar kavimlere antik bilimi benimsetmede bir araç olarak kullanılmıştı.

Roma Katolik Kilisesi, eğitim ve öğretimi tekeline aldığından bütün bilimsel gelişmeler kilisenin kontrolü altındaydı. Kilise, serbest düşünmenin önünde bir engel oluşturarak kendi ürettiği bilgiyi halka yaymış, bunun dışındakileri reddederek engellemişti.

Avrupa’da toplum iki sınıfa bölünmüştü: Dini kullanarak oluşturulan sosyo-ekonomik yapıda ruhban ve aristokratların oluşturduğu birinci sınıf insanlar ve yoksul halkın oluşturduğu ikinci sınıf insanlar.

Aydınlanmayla birlikte yükselen burjuvazi, yeni ekonomik alanlar açmış ve toplumda bir orta sınıfın doğmasına neden olmuştu.

Feodalite; siyasal ve askerî gücü elinde bulunduran, toprağın mülkiyetine veya imtiyazına sahip olan bir senyörler (derebeyler) ile bu sınıfa bağımlı köleler sınıfının oluşturduğu idari düzendir.

Avrupa’da Orta Çağ boyunca hüküm süren feodalite (derebeylik) XV. yüzyıldan itibaren yerini mutlak krallıklara bıraktı. Bu dönüşümlerin yaşanmasında Coğrafi Keşifler, barutun ateşli silahlarda kullanılması, hümanizm (insancılık) ve sekülerleşme gibi gelişmeler etkili olmuştur.

Orta Çağ’da dış ticaret sınırlı olduğu için kapalı bir ekonomik politika izlenmiş ve halk sermaye birikimine sahip olamamıştır.

Fikrî ve Manevi Etkenler
Rönesans

XV. yüzyıldan itibaren İtalya‘da ve daha sonra diğer Avrupa ülkelerinde hümanizmin etkisiyle ortaya çıkan, İlk Çağ’ın klasik kültür ve sanatına dayanan bilim ve sanat akımıdır. Rönesans, daha çok edebiyat ve güzel sanatlar alanında görülen yenilik ve gelişme hareketidir. Rönesans, bir anlamda din temelli baskıcı düşünceye bir başkaldırıdır.

Coğrafi Keşifler sayesinde gelişen ticaret, yeni bir sınıfın ortaya çıkmasını sağladı. Mesen sınıfı adıyla anılan bu sınıf sanat ve edebiyatla ilgilenen bir sınıftı.

Rönesans’ın Sonuçları

Özgür düşüncenin temeli atıldı. Avrupa ülkelerinde bilim, sanat, edebiyat alanlarında yeni bir dünya görüşü ortaya çıktı. Bu görüşle birlikte skolastik düşünce terk edildi. Deney ve gözleme dayanan pozitif düşünce bu sayede ortaya çıktı.
Rönesans’ın bir diğer sonucu da reform hareketlerinin başlamasına zemin olmasıdır. Akılcı düşüncenin öne çıktığı Rönesans, daha çok Avrupa’da etkili oldu. Osmanlı Devleti ise Rönesans’tan fazla etkilenmedi.

Reform

Yeniden düzenleme anlamına gelen reform, Yeni Çağ başlarında Avrupa’da meydana gelen dinî düzenlemeleri ifade etmektedir.

Reformu başlatan kişi Katolik Kilisesi’ni eleştiren fikirleriyle öne çıkan Alman din adamı Martin Luther’dir. 

Reform hareketinin başlamasında matbaanın geliştirilmesi, Rönesans’ın etkisi, Katolik Kilisesi’nde ortaya çıkan bozulmalar etkili oldu.

Katolik Kilisesi’nin, din dışı işlerle özellikle siyasetle uğraşması, endüljans, aforoz, enterdi, engizisyon, günah çıkarma gibi güç unsurlarıyla halkın mallarına el koyması ve halkın giderek ekonomik gücünü kaybetmesi gibi nedenlerle Katolik Kilisesi’ne olan güven azalmıştır. Bu durum reform hareketlerinin başlamasına temel oluşturmuştur.

Reformun Sonuçları

Reform ile birlikte eğitim, kilisenin etkisinden çıkartılarak laikleştirildi. Bu sayede bilimsel alanda skolastik düşüncenin etkisini yitirmesiyle bilimsel çalışmalar hız kazandı. Öte yandan Hristiyanlıkta; Protestanlık, Kalvenizm, Anglikanizm gibi yeni mezhepler doğdu ve Avrupa’daki mezhep birliği bozuldu. Reform hareketinin yaşandığı ülkelerde kilisenin mal varlığına büyük ölçüde el konuldu. Katolik
Kilisesi’ne ve din adamlarına olan saygı azaldı. Katolik Kilisesi kendini yeniden düzenledi. Reform, reform taraftarlarıyla karşıtları arasında uzun yıllar süren savaşlara neden oldu.

Protestanlaşma

Bu anlayış Huldrych Zwingli (Huldrich Zingli) ve John Calvin (Jan Kalvin) gibi Hristiyan ilâhiyatçılarca geliştirilen Hristiyanlığın teolojik ve ahlaki bir yorumunu ifade eder. Protestan tabiri ilk defa, Lutherci görüşleri benimseyen bir grup Alman prensin ilân ettiği deklarasyona (Diet of Spiers, 1529) atıfla reform yanlılarını nitelendirmek için Roma Katolik Kilisesi tarafından kullanıldı.

Hümanist ve Rasyonalist Felsefeler

Hümanizm, insanı değer kabul eden, onu her şeyin ölçütü olarak tanımlayan, insanın doğasını, yeteneklerini, sınırlarını veya ilgilerini konu edinen bir felsefi akımdır.

Rönesans’ın doğmasında hümanist düşüncenin etkisi büyük olmuştu. Hümanizm düşüncesi heykel ve mimari alanında da kendini göstermişti. Hümanizmin önemli temsilcileri arasında: Dante, Petrarca (Petrark), Montaigne (Monteyn) (Görsel 2.3), Erasmus ve Cervantes (Servantes) sayılmaktaydı.
Rasyonalizm, (akılcılık) gerçeklerle ilgisi kopmuş birtakım dogmatik düşünce kalıplarının içine hapsolmadan, sorunlara akla, mantığa ve gerçeğe uygun çözümler aramak demektir.

Rasyonel düşüncenin ortaya çıkardığı felsefelerden birisi de pozitivizmdir. Pozitivizm, aydınlanmanın temel düşüncesi olan bireysel aklın, doğanın kontrolünün, modernitenin, egemenlik ve hukukun temellerini oluşturmuştu.

Newtoncu Fizik ve Bilim Devrimi

Orta Çağ boyunca Katolik Kilisesi Dünya’nın evrenin merkezi olduğu düşüncesini benimsemişti. Bilim Devrimi ile birlikte Güneş merkezli bir evren sisteminin varlığı kabul edildi.

Isaac Newton’ın (Ayzek Nivtın) optik, matematik ve fizik alanlarındaki çalışmaları ise Bilim Devrimi‘nin en üst noktasıydı Newton, ışığın özellikleri üstüne yaptığı araştırmalarla gelişmiş bir teleskop icat etti. Yer çekimi kanunu üzerine çalışma yaparken yüksek matematiğin temeli olan kalkülüs formülü buldu.
Newton’ın evreni kontrol eden mekanik kuvvetler analizi Kopernik’in, Kepler’in ve Galileo’nun buluşlarını doğruladı

Sekülerleşme

Sekülerizm, bir düşünce akımı veya bir hayat tarzı olarak Protestan ülkelerde ortaya çıkan bir düşüncedir. Katolikliğe bir tepki olarak
doğan Protestan söylem, beraberinde sekülerleşmeyi getirmişti. Sekülerizmde insan aklının dinî bağlardan ayrılması ve dinin bir vicdan meselesi hâline getirilmesi istenmiştir.

Bunun sonucu olarak din, kamu hayatından giderek ayrıştırılmış, kişiye özel hâle getirilerek manevi dünyanın inşasına kaydırılmıştır. Böylece Batı’da din sosyal önemini de yitirmiştir.

Sosyo-Politik Etkenler
Devletler Arası İlişkilerde Sekülerleşme

Ortaçağ Avrupası’nda kral ile diğer egemen bir güç olan prenslikler arasında hiyerarşik bir yapı bulunmaktaydı. Papa ilahi liderken imparator ise dünyevi bir liderdi. Reform hareketleriyle birlikte kilise dışlandı, feodal devletler güç kaybetti ve ulusal krallıklar kuvvetlendi.

Dinin devletler arasında farklı algılanması sonucunda Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) yaşandı. Bu savaşlar sonrası Westphalia (Vestfalya) Barış Antlaşması imzalandı. Antlaşma ile Avrupa devletlerinin statüleri değişmeye, devletler arasındaki ilişkiler sekülerleşmeye başladı.

Westphalia Barışı ile Avrupa da millî ve dinî inançlara saygı gösterilmesi, Katolik ve Protestan prenslerin eşit kabul edilmesi ve dinî azınlıkların koruması esasları kabul edildi. Westphalia Barışı, Avrupa’yı dinî ve siyasi anlamda denge sistemine dayandırmak amacıyla yapılan ilk konferanstır.

Newton, Kopernik, Galileo, Descartes (Dekart), Jean Jack Rousseu, Immanuel Kant, Voltaire (Volter) ve Montesquieu (Monteskiyö) Aydınlanma Çağı’nın ileri gelen temsilcileridir

Sosyo-Ekonomik Etkenler
Merkantilizm ve Burjuva Sınıfı

Merkantilizm, bir ülkenin zenginliğini, sahip olduğu altın ve gümüş gibi değerlere bağlayan, bu madenlerin dış pazarda satımını arttıran iç pazarda satımını engelleyen ekonomik doktrindir. XVI ve XVII. yüzyılda Avrupa ülkelerinin ticaret politikalarının temelini merkantilizm
oluşturmuştur.

Merkantilist anlayış, Coğrafi Keşifler sonrasında Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Coğrafi Keşifler ile ticarette gittikçe zenginleşen
burjuva sınıfı doğdu. Bu sınıf sonraki yüzyıllarda Avrupa siyasetinde önemli rol oynadı.

Kırdan Kente Göç

XVI ve XVII. yüzyılda Avrupa’daki nüfus oranında büyük düşüşler yaşandı. İngiltere ve İspanya’da ortaya çıkan veba gibi bulaşıcı salgın hastalıklar nüfusun azalmasına neden oldu.

XVI. yüzyıl ortalarından itibaren arazilerin tarıma açılması, alternatif gıdaların üretilmesi, taşımacılığın gelişmesi, hastalıkların azalması ve savaşların şeklinin değişmesinden dolayı ölüm oranlarında hızlı bir düşüş yaşandı.

Bu durum Sanayi İnkılabı’nın kaynağını oluşturdu. Diğer yandan artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan tarım, hayvancılık vb. kaynak yetersizliği köylü isyanlarına neden oldu. Bunlardan dolayı merkantilist ekonomi, kır nüfusunun kentlere taşınmasında etkili oldu.

Askerî ve Teknolojik Etkenler
Ateşli Silahlar ve Yeni Gemi Türleri

XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ateşli silahların etkin bir şekilde kullanılmaya başlanması Avrupa’da Askerî Devrim’in başlangıcı oldu. Ateşli silahların icadıyla küçük prenslikler ve şehir devletlerinin en büyük dayanağı olan Orta Çağ kale surları aşılabilir hâle geldi. Bu olay feodaliteyi zayıflattı ve sonuçta Fransa, İngiltere, İspanya gibi merkezî devletler küçük prensliklere karşı avantaj sağladı.

Feodal sistemin çökmesiyle ordu yapıları değişirken kademeli olarak ağır atlı birliklerden vazgeçildi. Bunun yerine sayıca fazla, daha ekonomik olan hafif silahlı piyadeler ön plana çıktı. Aynı dönemde Avusturya ve Fransa ile savaşan İtalyan şehir devletleri büyük bir orduya sahip olmadıkları için kale savunmasında yeni bir model geliştirdi (Görsel 2.7). Bu yeni modelde kalelerin duvarları daha alçak ve kalın yapıldı. Kaleleri daha güçlü savunmak, çapraz ateş gücünü sağlamak için yıldız şeklinde inşa edildi. Bu yeni kale surları büyük ölçüde başarılı olunca ateşli silahların gelişimi devam etti.

Yeni tüfeklerin daha az fiziksel güce ihtiyaç duyması ve daha etkin kullanılması sonucunda ordularda tüfekli piyade asker sayısı arttı. Fransız İhtilali‘ne kadar Avrupa genelinde piyade ağırlıklı profesyonel ordular kullanıldı. Batı’nın yükselişinde bilim, sanat ve düşünce alanında gerçekleşen gelişmelerden ziyade ortaya çıkan Askerî Devrim’in önemli katkısı oldu.

1470 ile 1570 yılları arasında deniz savaşlarında da büyük değişiklikler yaşandı. Bu değişiklikler ilk olarak okyanus gemiciliğinin gelişmesiyle ortaya çıktı. Okyanus şartlarına uyarlanan carrackın (karak) yanı sıra caravel (karavel) denilen başka modelde gemiler uzak yolculuklara uygun hâle getirildi. İkinci önemli değişiklik, 1570’lerden itibaren gemilerde kullanılan demir topun ucuzlaması ve kullanımının yaygınlaşmasında oldu. Üçüncü değişiklik ise deniz faaliyetlerinin finansmanında devlete düşen rolün artmasıydı.

XVI. yüzyılın ikinci yarısında devletlerin deniz gücünü oluşturmak için iki yolu vardı. Birincisi, kendi filosunu güçlendirmek,
ikincisi ticaret gemilerini kullanmaktı. İkinci tercih her zaman daha işlevsel ve masrafsızdı.

XVII ve XVIII. Yüzyıllarda Avrupa’da Düşünce Alanında Değişimler

Aydınlanma düşüncesi ile Avrupa’daki bilimsel, sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmelere öncülük eden bazı düşünürler orta sınıfın
yükselmesini etkilemiştir. Bu düşünürler ve fikirleri:

Copernicus (1473-1543)
Krakow (Krakov) Üniversitesinde öğrenim gören Copernicus (Kopernik), İtalya’ya hukuk ve tıp çalışmak üzere gitmiş ancak
astronomi üzerinde çalışmalar yapmıştır. Polonyalı din adamı, matematikçi ve astronom Kopernik, Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğü tezinin öncülüğünü yapmıştır.

Hümanist yöntemin ilim öğrenmede önemini kabul eden Kopernik, astronomi biliminde matematiğin eksikliğini anlamıştır. Astronomi alanında öncü olan Kopernik, kendinden sonra gelen Kepler ve Galileo için esin kaynağı olmuştur.

Thomas More (1478-1535)
Thomas More’a (Tamıs Mor) göre İngiltere’de Sanayi Devrimi için gerekli kapital, zirai üretimden sağlanan artı değerlerden elde edilmiştir.

Utopia (Ütopya) adlı eserinde özel mülkiyetin bulunmadığı toplumsal bir düzen tasarlayan More, koyu bir Katolik Hristiyan olarak bu görüşünü dine dayandırmaktaydı. Bu dünyada, toplum çiftçi birlikleri öncülüğünde örgütlenecek, toplumsal dayanışma ve yardımı gerçekleşecekti. Herkese imkân eşitliği tanınacak ve sınıfsız bir toplum düzeni oluşacaktı.

More açısından yönetici, seçimle işbaşına gelmeli ve görevini kötüye kullanmadığı sürece işbaşında kalmalıdır. Halk kurultaylarında ülke meseleleri konuşulmalı, bunun dışında bir araya gelerek ülke meselelerinin konuşulması ise yasaklanmalıdır. Savaş gerektiğinde savunma amaçlı yapılmalıdır. Bütün çocuklara kurumsal eğitim verilmeli, yetenekli olanları bilime ve bilgeliğe yönlendirilmelidir. Hastalar, düşkünler kendi başlarına bırakılmamalıdır. Toplum tarafından gözetilip korunmalıdırlar.
Thomas More, Sanayi Devrimi’nden çok sonra uygulamaya koyulan kadın erkek eşitliği, çalışma saatlerinin sınırlandırılması, temel eğitimin genel, parasız ve zorunlu olması, sağlık hizmetlerinin devletçe yerine getirilmesi, yaşlıların ve düşkünlerin devletçe gözetilmesi gibi görüşlerin öncüsü sayılır.

Machiavelli (1469-1527)
Machiavelli’nin (Makyavelli) yaşadığı dönemde küçük devletçiklere bölünmüş İtalya, sık sık ayaklanmalara sahne olan bir ülkeydi. Machiavelli, hiçbir etik kurala bağlı olmayan ve sınırsız güç sahibi bir devlet yapısının yaşama geçirilmesini öne sürdü.

Onun başlıca amacı, yabancı devletlerin etki ve işgallerinden kurtulmuş ulusal ve güçlü bir İtalyan devletinin kurulmasıydı. Amacın sağlanması için önerdiği yöntem, “Makyavelizm” akımının doğmasına neden oldu.

Bu düşünceye göre; Dinin toplumu bir arada tutan işlevi olmasından dolayı hükümdar kendisini, gerçekte öyle olmasa bile dindar bir kişi olarak göstermelidir. Paralı askerler yerine yurttaşlardan kurulu düzenli bir ordu kurulmalı, askerler eğitimli ve disiplinli olmalıdır.

Jean Jacques Rousseau (1712-1778)
Jean Rousseau’ya (Jan Jak Russo) göre her türlü kötülüğün kaynağı, insanlığın doğal durumdan kopması ile mülkiyet fikrinin varlık kazanmasıdır.

İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” adlı eserinde reformlarla işlerin düzelemeyeceğini, bunun için mülkiyet hakkının ortadan kalkması gerektiğini öne sürmüştür. “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde ise olan olmuş gibi bir düşünceyle mülkiyeti artık bir veri olarak görüp yalnızca ona bir düzenleme getirmeyi önermiştir.

Toplum sözleşmesi ile oluşan devlet, egemen güçtür. Egemenlik bölünemez. Bu nedenle de kuvvetler ayrılığı ilkesi kabul edilemez. Rousseau, çoğunluğun iktidarından yanadır. Fransız İhtilali ile birlikte toplumda düzenin sağlanması için devlet otoritesini savunmuştur.

Immanuel Kant (1724-1804)
Immanuel Kant (İmanuel Kant), Rousseu’nun Toplum Sözleşmesi eserinden etkilenerek yazdığı ve doğrudan siyaset konusunu işlediği “Sürekli Barış Projesi” adlı eserinde toplum sözleşmesini dönüştürerek ele alır.

Kant’a göre doğa, insanları amaçlarına doğru götürürken evrenselleştirir. Doğa, amaçlarını sıradan bir biçimde siyasete verir ve insan türünün bütün dünyada gelişmesine ve de kültür oluşturmasına imkân verir. Bunlar sürekli barışı sağlayacak meşru, cumhuriyetçi ve evrensel bir yönetimin kurulmasının şartıdır.

O bütün bu görüşleriyle evrensel ahlakı öne alan orta sınıfı savunur ve onları gerçek yurttaş olarak kabul eder.

2.2. OSMANLI SOSYO-EKONOMİK YAPISINDA DEĞİŞİKLİKLER

Coğrafi Keşifler ile keşfedilen Amerika Kıtası’ndaki altın ve gümüş gibi birçok değerli maden Avrupa’ya taşındı. Bu madenler mal ve hizmetlere olan talebi arttırdı ve ticaret hacmi büyüdü. Bu gelişmenin sonucunda merkantilist ekonomi modeli oluştu. Bu modelin Osmanlı ekonomisine etkisi olumsuz oldu.

Osmanlı para birimi akçedeki gümüş miktarının azalması enflasyona neden oldu. İlk etkili enflasyon 1593’te oldu ve bir akçedeki gümüş miktarı yarı yarıya indirildi ama maaşlar, aynı akçe miktarıyla ödendi. Devletten maaş alanlar, eskisine oranla gelirlerinin yarısını kaybetmiş oldular.

Ateşli silahlarla donatılmış klasik sipahiler, savaşlarda etkili olamıyorlardı. Çözüm olarak sayı itibarıyla az olan kapıkulu askerlerinin sayısı birkaç kat arttırıldı ve ateşli silahlarla donatıldı. Bu askerlere ulûfe ve bahşişlerin ödenmesi devlet ekonomisine büyük bir yük getirdi.

Asya’dan Avrupa’ya kervanlarla kara yolu üzerinden yapılan ticaret Coğrafi Keşifler ile okyanuslar üzerinden yapılmaya başlandı. Ticaret yollarının değişmesi nedeniyle Osmanlı şehirleri ve ekonomisi büyük zarar gördü. Böylece söz konusu güzergâhta para kullanımı geriledi. Bu gerilemeyi arttıran bir diğer neden Anadolu’da ortaya çıkan Celâli İsyanları’dır. Bu iç karışıklık geleneksel idari
ve mali yapıda büyük zararlara yol açtı.

XVIII. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı para politikası yeniden düzenlendi. Devlet, savaşın yol açtığı kıtlık ve enflasyonu engellemek
için geleneksel fiyat düzenlemesi olarak bilinen narh sistemine uygun olarak fiyatların kontrolünü sağladı.

Osmanlı Devleti, Fransızlara Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde verilen kapitülasyonları Sultan I. Mahmut Dönemi’nde sürekli hâle getirdi. 1740 tarihinde kapitülasyonların sürekli hâle getirilmesiyle Fransa, Doğu ticaretinde ve Osmanlı limanları arasındaki taşımacılıkta rakipsiz bir konuma geldi.

Yüzyılın sonlarına doğru büyümekte ve yayılmakta olan sömürgecilik, Osmanlı Devleti’nin ekonomik ve politik olarak Batı Avrupa’ya bağlanmasına sebep oldu.

Askerî Devrim ve Ateşli Silahların Gelişimi

Barutun ateşli silahların gelişiminde önemli bir yeri vardır. Barut, simya bilimiyle uğraşanların iksir bulma çalışmalarının bir ürünü olarak ortaya çıktı. XIII. yüzyıldan itibaren Çinliler, barutlu humbaraların ilk örneklerini kullandılar. Barutun ateşli silahlarda kullanılması örneği XIV. yüzyılda Avrupa’da görüldü.

Avrupa askerî tarihinin en önemli gelişmesini, Avrupa ordu sistemi ve savaş yöntemlerinde ateşli silahlara dayalı yeni bir değişimin görülmesi ve buna bağlı olarak farklı taktiklerin devreye sokulması oluşturur.

Askerî Devrim’in başlamasında asıl etkenlerin başında XV. yüzyılın ortası ile XVII. yüzyılın ortası arasındaki dönemde savaşın ticarileşmesi ve devletlerin ticaret yapısında yaşanan niteliksel artışlar gelmektedir.

Diğer bir tanımlamaya göre Askerî Devrim’in başlamasında İtalya’da 1450–1520 yılları arasında gelişen bir savunma sistemi etkili olmuştur. Sistem, ateşli silahların Orta Çağ şehir ve kale duvarlarını tahrip edebilme kabiliyetinden türemiştir.

Askerî Devrim yeniliklerinin en önemlilerinden biri de askerlerin sayısını arttırıp sayıca büyük ordular oluşturmaktı. Ateşli silahların
gelişimiyle birlikte piyade sınıfı önem kazandı. Yeni orduların içerisinde atış ve ateş kabiliyeti yüksek silahları kullanan birliklerin oluşturulmasıyla birlikte birliklerin düzenlerinde de değişikliğe gidildi. Bu sayede savaşlarda eş zamanlı ateş gücü kabiliyetine sahip saf düzeninde hareket eden ordular oluşturuldu.

Askerî Devrim, hem toplumsal hem de ekonomik yapılarda uzun vadeli sonuçlar doğurdu. Bu gelişim Avrupa devletlerinin birçoğunun finansal ve askerî yapılarında da köklü değişiklikler meydana getirdi.

Osmanlı Ordusunun Finansı İçin Alınan Tedbirler

Yeni Çağ’da merkantilist ekonomi modelinin etkisiyle Osmanlı Devleti’nin toprak düzeninde ve savaş yapısında  birtakım dönüşümler yaşandı. Osmanlı Devleti, Yeni Çağ’da iç pazarın ihtiyaçlarını gidermeyi esas aldı. Avrupalı devletlere verilen kapitülasyonlar
merkantilizm politikasının Osmanlı’da uygulanmasını kolaylaştırdı. Avrupalıların malları zamanla Osmanlı pazarlarını doldurmaya başladı. Esnaf sınıfının iş yapamaz hâle gelmesi, sosyo-ekonomik yapının bozulmasına neden oldu.

XIV. yüzyıldan itibaren uygulanan tımar sistemi bu yüzyıldan itibaren bozulmaya başladı. Osmanlı ordusunun asker kaynağını önemli ölçüde tımar sistemi oluşturmaktaydı. Tımar sisteminin bozulmasıyla askerî alanda Osmanlı ordusu Avrupa’nın disiplinli ve donanımlı orduları karşısında etkisiz kalmaya başladı.

XVII. yüzyılın ilk yarısında Celâli İsyanları nedeniyle Anadolu’da açığa çıkan güvenlik sorunlarının aşılması ve isyanların bastırılması için sekban, sarıca adıyla anılan levent birlikleri oluşturuldu. Tımarlı sipahi sisteminin bozulması ile devlet yeni askerî organizasyonlar kurmaya başladı. Bu askerî değişimi zorunlu kılan nedenlerden bir diğeri de Avrupa orduları (özellikle Avusturya’ya karşı yapılan savaşlar) karşısında yaşanan yenilgilerdir.

XVII. yüzyıl Celâli İsyanları’nın bastırılıp iç güvenliğin sağlanmasında sekban ve sarıcalar etkili oldular.

XVII ve XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı Savaş Ekonomisi

XVI. yüzyılın ikinci yarısından başlayan ekonomik bunalım, XVII. ve XVIII. yüzyıl Osmanlı ekonomi yapısını derinden sarsan sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Savaş teknolojisindeki gelişim, ateşli silahlarla donatılmış ve devamlı maaş alan merkezî piyade ordularının önemini
arttırmıştır. Bu gelişmeler Osmanlı maliyesine önemli bir yük getirmiş, devlet gelirlerinin büyük bir kısmının nakit üzerinden hazinede toplanması gerekliliğini doğurmuştur.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu takip eden yüzyıl içinde ortaya çıkan ve tımar sistemi ile bir bütünü meydana getirmek üzere birbirlerini tamamlayan bir uygulama olan iltizam usulü, XVI. yüzyıl ortalarına kadar merkezî hazineye ait vergi gelirlerinin yarıya yakınını karşılamaktaydı. İltizamı alan şahıslara mültezim denilirdi.

XVIII. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin hazine gelirlerine yönelik yapılan çalışmalarda mali açıkların gittikçe arttığı tespit edildi. merkezî ordu ve bürokrasiye mensup bir kısım bürokrat, maaşlarını devlete bıraktı. Karşılığında bu bürokratlara kendilerine tahsis edilen toprakların yıllık vergileri maaş olarak verildi. Bununla beraber toprakların himayesi de mültezimlere verildi. Bu sayede devlet, herhangi bir gelir kaybına uğramadan bir kısım maaş ödemelerinden kurtuldu.Osmanlı Devleti iltizam sisteminin haricinde XVII. yüzyıl sonunda malikâne sistemini uygulamaya başladı. Bu sistem Osmanlı Devleti maliyesini tüm XVIII. yüzyıl boyunca etkileyen en önemli gelişmeydi.

Malikâne sistemi, kuruluşunu takip eden seksen yıl boyunca kesintili de olsa hızlı bir gelişim gösterdi. Tasarruf biçimi olarak âdeta model oluşturdu. Bu modelin devamında esham sistemi doğdu. Bu sistem ile başlayan daralma malikâne sistemini etkiledi. Yeni sistem, malikâne sahiplerinin mukataaları istedikleri gibi idare ederek kâr miktarlarını sınırlandırmıştı. Malikâne sistemi 1840’ta resmen kaldırıldı.

2.3. OSMANLI DEVLETİ’NDE ÇÖZÜLMEYE KARŞI ÖNLEMLER

XVII. Yüzyıldan XVIII. Yüzyıla İç İsyanlar

Celâli İsyanları

Celâli İsyanları, Yavuz Sultan Selim Dönemi’nde başlamıştır. Bu isyanların, Celâli İsyanları olarak adlandırılması Tokat ve çevresinde isyan eden Bozoklu Celâl’den gelmektedir. XVII. yüzyıla kadar devam eden Celâli İsyanları kısa zamanda geniş bir taraftar kitlesine ulaştı. Bu dönemde çıkan isyanların geneline Celâli İsyanları adı verilir.

Celâli İsyanları içinde devleti en çok uğraştıran isyanlar Karayazıcı, Deli Hasan, Tavil Ahmet, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Kör Mahmut, Katırcıoğlu ve Gürcü Nebi isyanlarıdır.

Halkın can ve mal güvenliği isyanlar boyunca tehlike altına girmiştir. İsyanlardan dolayı tarımsal ve hayvansal üretim düşmüş, işsizlik artmıştır. Köylerden şehirlere yapılan göçler sebebiyle kırsal nüfus azalmıştır. Göç, şehir hayatında
yeni sorunları doğurmuştur. Ekonomik açıdan ise vergilerin düzenli toplanamayışı Osmanlı ekonomisini zayıflatmıştır.

Yeniçeri İsyanları (İstanbul İsyanları)

Yeniçeri Ocağının bozulmaya başlaması, III. Murat Dönemi’nde başladı. Yeniçeriler arasında evli olanların sayısının artmasından dolayı yeniçeriler kışlalarda kalmamaya başladılar. Askerlik dışında ticaret ve esnaflık gibi işlere yönelmeleri de bu dönemde ortaya çıktı.

XVII. yüzyıldan itibaren devşirme sistemin terk edilmesi Yeniçeri Ocağının saraya karşı ulemanın yanında yer almasına ve yenilikleri reddeden bir yapı hâline dönüşmesine neden olmuştur.  Genç Osman, yeniçerilerin Lehistan seferindeki gayretsizliği üzerine Yeniçeri Ocağını kaldırarak düzenli bir ordu kurmak ve devlete çeki düzen vermek niyetindeydi. Bu fikirlerinin duyulması üzerine yeniçeriler isyan etti. Bu isyan Genç Osman’ın ölümüyle sonuçlandı.

Suhte İsyanları

Medreseli İsyanları olarak da anılan Suhte İsyanları, XVI. yüzyılda Anadolu ve Rumeli’de halk arasında sosyal gerginliğin bulunduğu bir dönemde cereyan etmiştir. Medreseli suhteler, iş bulamamaktan ve geçim sıkıntısından birçok olaya karışmış ve isyan etmiştir.

1550’li yıllarda başlayan Suhte İsyanları 1559’da daha da artmıştır. Osmanlı Devleti bu isyanları bastırmak için halk arasından muhafaza birlikleri oluşturmuştur. Suhte İsyanları Kanuni Sultan Süleyman’ın son dönemlerinde eşkıyalık hareketlerine dönüşmüştür. Suhteler, II. Selim ve III. Murat dönemlerinde Celâlilerle birlikte hareket etmişlerdir. XVI. yüzyılda Sadrazam Kuyucu Murat Paşa’nın müdahalesi sayesinde Suhte İsyanları etkisini yitirmiştir.

Osmanlı Devleti’nde Ekber ve Erşed Sistemi

Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren padişahlık ile yönetiliyordu. Padişahlık babadan oğula geçmekteydi. Şehzadeler, yönetimde tecrübe kazanması amacıyla yetiştirilmek için sancaklara gönderilirdi. Şehzadelerin sancaklarda siyasi güç kazanmalarını engellemek ve merkezî otoriteyi güçlendirmek için I. Ahmet Dönemi’nde (1603-1617) bu sisteme son verilerek Ekber ve Erşed Sistemi’ne geçildi.
Ekber ve Erşed Sistemiyle şehzadelerin sancağa çıkma usulü sona ermiştir. Böylece şehzadelerin tamamen saray içinde yetiştiği kafes usulüne geçilmiştir. Bu usulün olumlu ve olumsuz bazı yanları ortaya çıkmıştır. Olumlu yanı şehzadeler arasındaki taht kavgalarını önlemesidir. Olumsuz yanı ise şehzadelerin devlet yönetimi tecrübesinden uzak kalmasıdır.

Osmanlı Devleti’nde Layihalar

Layiha, Osmanlı Devleti bürokrasisinde taslak veya rapor türü belgelere verilen addır. Özellikle XVII. yüzyıldan itibaren devlet düzeninde açığa çıkan olumsuzlukların giderilmesi için tavsiye niteliğindeki görüş metinleridir.

Sorunların temeline inmek amacıyla Koçi Bey, Kâtip Çelebi, Ayni Ali Efendi ve diğer devlet adamlarına raporlar (risale-layiha) hazırlatıldı. Raporların içerikleri dikkate alınarak bu gidişata son vermek ve Osmanlı Devleti’ni tekrar eski gücüne ulaştırmak amacıyla II. Osman ve IV. Murat gibi hükümdarlar ile Tarhuncu Ahmet ve Köprülüler gibi sadrazamlar döneminde ıslahat yaptı.

Lale Devri’ndeki Yeniliklerin Sosyal Hayata Etkileri

Lale Devri, 1718’de imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayan ve 1730’da Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemdir. Osmanlı padişahı III. Ahmet ve Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlık dönemini kapsayan zevk, eğlence, barış, yenileşme ve sivil reformların görüldüğü bu döneme XVIII. yüzyıl Osmanlı kaynaklarında Lale Devri adı ile bir dönem tanımlaması mevcut değildir. İstanbul’da Haliç ve Boğaziçi başta olmak üzere lale yetiştirildiğinden dolayı ilk defa Yahya Kemal Beyatlı bu devir için “Lale Devri” tabirini kullanmıştır.

Pasarofça’dan sonra artık Avrupa’ya karşı dış politikada gaza yerine savunma ilkesine bağlı politikalar izlemeye başlandı. Damat İbrahim Paşa Dönemi’nde eskiye nazaran dışarıya gönderilen elçilerin ve temsilcilerin sayıları
ve icraatlarında artışlar görüldü. Paris, Viyana, Varşova, Lehistan ve Rusya’ya giden bu elçiler diplomatik ve ticari görüşmelerde bulundular. Elçiler, Avrupa kültürü, sanatı, sanayisi, tarımı, birlikte askerî-teknolojik gücü ve diplomasisi hakkında bilgi edindiler. Edindikleri bu bilgileri birer rapor hâlinde İstanbul’a sundular.

Osmanlı’da Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın başlattığı bu hareketlilik sadece saraylar, köşkler ve eğlencelerle sınırlı kalmadı. Edirne, Bursa, İznik, Kütahya, Konya ve Nevşehir’de imar faaliyetleri yapıldı. Birçok güzide mimari eserler inşa edildi. Bu devir Osmanlı düşünce uyanışının başlangıcıydı.

İlim, fikir ve edebiyat adamlarından kurulu bir heyet devamlı olarak toplanıp Doğu ve Batı dillerinden tercümeler yaptılar. Fransızcadan bazı eserler ilk defa bu devirde Türkçeye çevrildiği gibi Türkçeden Fransızcaya tercüme edilerek basılan edebî kitaplar da vardır.

Zenginlerin Batı yaşam tarzı olan eşyaları ithal etmeleri moda olmuştu. Geleneksel alçak divanların yerini koltuk ve iskemle almıştı. Pantolon giymek moda hâline gelmişti. Batılı ressamlar zengin Osmanlıların portrelerini yapmışlardı. Bütün bunlar Tanzimat Dönemi’ndeki Osmanlı düşünce uyanışının başlangıcıydı.

Matbaanın Geliştirilmesi ve Osmanlıya Gelişi

Kağıdı icat eden Çinliler, matbaayı da ilk olarak kullanmışlardır. Almanya’nın Mainz (Meynz) kentinde Johann Gutenberg (Yohen Gutınberg) hareketli harflerle baskı tekniğini 1440’lı yılların sonuna doğru buldu ve 1452-1455 yılları arasında
hareketli harflerle iki ciltlik İncil basıldı.

Avrupa’da kâğıt ve matbaa kullanılınca düşünce ve bilgi hızla yayıldı. Rönesans’ın doğuşu ve yayılışı matbaanın icadıyla yakından ilgiliydi. Bu dönemde kitap yazma niteliklerini taşıyan bilim adamı veya düşünürlerin, kendilerini himaye edenlerden bağımsız olarak yazabilme ortamını elde etmeleri, düşüncenin özgürleşmesinde son derece etkili oldu.

İlk kez bir rahibin liderliğine gerek kalmadan İncil’i okuyanlar artık kiliseyi eleştirebilecek düzeydeydiler. İncil’de anlatılanlarla kilisenin anlattığı dinin aynı olmadığı sonucuna varanlar, matbaayı kullanarak eleştirileriyle reformun hazırlanması ve Protestanlığın oluşumunda öncü olmuştur. Matbaanın kullanılmasıyla kütüphanelerin sayıları artmış, kitap kiliselerin tekelinde olmaktan çıkmıştır. Matbaa, sivillerin din adamlarına, millî ve yerel dillerin Latinceye, bilimin de inanca karşı kullanıldığı bir araç hâline gelmiştir.

Çeşitli konularda çok sayıda kitap basılması, Avrupa’da insanların bir yandan ilgi duydukları konularda bilgilenmelerini sağlarken öte yandan da öğrendikleri yeni bilgiler ışığında o güne değin kendilerine sunulmuş veya dayatılmış olguları
sorgulamalarına yol açmıştı. Öyle ki bu sorgulama bilincini oluşturmuş, düşünen insan Orta Çağ’a özgü skolastik niteliklerinden yavaş yavaş sıyrılarak önce aydınlanma daha sonra da sanayileşme sürecini yaşamıştı.

İstanbul’da ilk Rum matbaası Hristiyan kiliseleri arasındaki mücadelenin bir aracı olarak kurulmuş ve matbaacılık faaliyetine Londra’da başlayan Rum rahibi Nicodemus Metaxas (Nikodmus Metakıs) tarafından 1627’de açılmıştı. Beyoğlu’nda
faaliyete geçen bu matbaanın bastığı ilk eser “Museviler Aleyhine Bir Risale” adlı eserdi.

İbrahim Müteferrika Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumun düzeltilebilmesi için neler yapılması gerektiğini ve bunların nasıl yapılacağını ifade etmiştir. Bu düşünceleriyle Sadrazam İbrahim Paşa‘yı etkilemiştir. İlk önce bir matbaanın önemini anlatmak için kitap basımının faydalarını içeren “Vesîletü’t Tıbâa‘yı” hazırlayarak sadrazama sunmuştur.

İlk Türk matbaasını İbrahim Müteferrika kurdu ayrıca bu matbaada bastığı birçok kitabın yazarlığını ve düzenlemesini de yaptı (Görsel 2.26). Müteferrika’nın Yavuz Selim Semti’ndeki evinde kurulan matbaada, ilk kitap 1729 yılının başlarında
basıldı. Basılan eser, kaynaklarda “Vankulu Lugatı” adıyla geçen “Sıhahul Cevheri” tercümesiydi.

Osmanlı İlim ve İrfan Geleneğinde Yenilik Arayışları

Kâtip Çelebi
Kâtip Çelebi 1609-1657 yılları arası yaşamış, XVIII. yüzyıl Türk bilim dünyasının pozitif ve hür düşünceyi savunan ismidir. Bilimsel çalışmalarıyla Türk tarihinde ve Batıda ilgi uyandırmıştır. Asıl ismi Mustafa olan Kâtip Çelebi hacca gittiği için “Hacı Halife Kalfa” olarak tanınmıştır.

Hikmet de denilen felsefeye duyduğu ilgi Kâtip Çelebi’nin ilmî kişiliğinin oluşmasında etkin rol oynamıştır.   Kendi imkânlarıyla Batı kaynaklarını incelemeye çalışırken diğer yandan da Osmanlı bilim geleneğinin durağanlığını aşmak için çalışmalar yapmıştır. “Düstûrü’l Amel” adlı risalesinde devlet düzenine ilişkin değerlendirmelerde bulunmuştur.

Avrupalıların, özellikle Yunanlıların coğrafya konusundaki bilgileriyle İslam yazarlarının bilgilerini kıyaslayıp “Cihannüma’’ adlı eserini hazırlamıştır. Kâtip Çelebi ayrıca ilimde taassubun (bağnazlık) sakıncalarından bahsederek ilim
hayatında ret ve inkâr yoluna gitmeden ve taassuba düşmeden her kaynaktan tahliller yaparak yararlı olanın kabul edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Evliya Çelebi
Evliya Çelebi 1611-1685 yılları arasında yaşamış Türk tarihinin en önemli seyyahlarından biridir. Hayatı hakkında bilinenler seyahat hatıralarını topladığı on ciltlik muazzam eserine dayanır. Evliya Çelebi, medrese eğitiminin yanı sıra Evliya Mehmet Efendi’den hafızlık ve babasından hattatlık eğitimi aldı.  Gezmeye düşkünlüğü dolayısıyla gezmek için her sebepten faydalanmış ve bütün ömrü boyunca gezmiştir. Seyahatname isimli eserinde “Rum, Arap, Acem, İsveç, Leh ve Çek’te 7 iklim, 18 padişahlık yerini 51 yıl boyunca gezip dolaştığını” anlatmıştır. Evliya Çelebi, Seyahatname’yi 1630-1681 tarihleri arasında yazdı. Eseri yazmaya İstanbul’dan başlayan Evliya Çelebi, Osmanlı Devleti’nin topraklarında ve komşu ülkelerde yaptığı seyahatleri anlatır.

Seyahatname, çok yönlü bilgiler, yapı, dil ve üslubundaki çeşitlilik, çok tarzlı anlatım ile şaşırtıcı bir üsluba sahiptir. Evliya Çelebi, bugün otuz beş ülkeyi kapsayan XVII. yüzyıl fiziki ve siyasi coğrafyasına tanık olmuştur. Evliya Çelebi, elli bir yıllık dönemi anlattığı eserinde araştırmacı kişiliği ile gerçek ve kurmaca anlatımı ustaca kullanmıştır.

Naima Efendi
Naima Osmanlı Devleti’nin ilk resmî tarihçisi, vakanüvisidir. 1655-1716 yılları arasında yaşadı. Asıl ismi Mustafa’dır. Naima ise mahlasıdır. Naima Tarihi isimli eseri, içerik itibariyle olayları kronolojik bir sıra içerisinde nakleden geleneğe sıkı sıkıya bağlıdır. Tarihçi sıfatıyla ele aldığı metni dikkatli şekilde yer yer karşılaştırmalar yaparak ve sözlü kaynaklara başvurarak şekillendirmiştir. Kullanılan eserlerin isimlerini zikretmiştir. Eserde gelecekte olabilecek olayların kurgusu vardır. Eserin başka bir özelliği ise olayın perde arkasını sağlıklı bir şekilde neden sonuç ilişkisi içinde vermesidir.

Sistemdeki bozukluklara müdahale edebilen ve tarih bilen kişilere ihtiyaç olduğunu savunan Naima’ya göre devletlerin ve toplumların kuruluş, yaşayış, olgunluk ve yıkılış sebeplerini bilmeyen kişiler kendi devleti için de herhangi bir tedbir alamaz.

Ona göre devlet için en zararlı şey, uzun savaşlar ve devlet adamlarının aralarındaki görüş ayrılığıdır. XVII. yüzyılın Osmanlı yöneticileri ve aydınlarını asrın gereklerine göre hareket etmeye çağıran Naima, devrin sosyal değişmeleri karşısında modern düşünceye sahip biridir.

Yanyalı Esad Efendi
XVIII. yüzyılın önemli bir düşünürü olan Mehmet Esad XVIII. yüzyılın ilk yarısında büyük bir üne kavuşmuştur. Devrin bilginleri tarafından Esad Hoca, Esad Efendi olarak anılmıştır. Yunanistan’ın Yanya şehrinde doğduğu için eserlerinde “Yanyavi’’ mahlasını kullanan Esad Efendi 1731’de vefat etmiştir.

Mantık, felsefe, kelam, matematik, astronomi ve Öklid geometrisi alanlarında dersler aldı. Müderrislik ve kadılık görevlerinde bulundu. Matbaada basılacak eserlerin tashihi (düzeltme) için teşkil edilen heyetin ve tercüme kurulunun üyeleri arasında yer aldı.

Devrinin âlimleri kendisine “Muallim-i Salis (Üçüncü Öğretmen)” unvanını verdi. Arapça, Farsçanın yanında Grekçe ve Latince de bilen Esad Efendi, XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın öncülüğünde başlatılan yenileşme hareketleri çerçevesinde Grekçe’den tercüme yapan heyetin başkanlığına getirildi.

Esad Efendi’ye göre insanın sahip olduğu yetenekler eğitim ve öğretimle geliştirilip disipline edilince o insan günlük hayatta, bilim ve sanatta daha başarılı olur. Bu fikri temellendirmenin ve tutarlı hâle getirmenin yolu mantık ilminden geçer.

3. ÜNİTE  ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE DENGE STRATEJİSİ (1774-1914)

3.2. OSMANLI DEVLETİ’NİN SİYASİ VARLIĞINA YÖNELİK TEHDİTLER

XIX. yüzyıl başında Osmanlı Devleti, toprak bakımından dünyanın en büyük devletleri arasında yer almaktaydı. Bu geniş sınırlar içinde uzanan toprak ve denizlerin kapladığı alan yaklaşık dört milyon kilometre kareydi. Devletin nüfusu ise yirmi milyon civarındaydı.

1789 Fransız İhtilali ile Avrupa’da bazı değişimler ortaya çıkmıştı. Sınırların yeniden çizildiği Avrupa’da bilim, teknik, politika gibi birçok alanda yeni gelişmeler yaşanmaktaydı. XIX. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’daki devletler arası güç dengesinin şartları büyük ölçüde değişmeye başlamıştı. Bu değişim karşısında Osmanlı Devleti dışardan kendisine yönelen tehlikelere karşı, yanına en az bir büyük devleti almak suretiyle siyasi denge meydana getirerek varlığını korumaya çalıştı.

XIX. yüzyılda Avrupa’nın siyasetine İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya yön vermekteydi. Almanya ve İtalya ise XIX. yüzyıl sonlarında siyasi birliklerini tamamlayıp tarih sahnesine çıktı.

Fransız İhtilali’nin (1789) etkisiyle Avrupa’dan dünyaya yayılan milliyetçilik akımı büyük imparatorlukların yapısını bozmaya başlamıştı. Fransız İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik ve ulus devlet anlayışının ülkelerine yayılmasından çekinen devletler bir araya gelerek Fransa’ya karşı savaş başlattılar. On beş yıla yayılan ve Napolyon Savaşları olarak adlandırılan savaşlarla Avrupa’nın siyasi dengesi alt üst olmuştu.

Bu dönemde Avrupa’da uzun süreli savaşlar Fransa’nın yenilmesiyle son buldu. Bozulan dengelerin yeniden kurulmasını amaçlayan Rusya, Avusturya ve Prusya’nın öncülüğünde İngiltere’nin de katılımıyla monarşi yönetimleri Viyana’da bir araya geldi. Viyana Kongresi (1815) Fransa’nın katılımıyla daha da önemli hâle geldi. Avusturya’yı temsil eden Metternich (Meternik), kongreye damgasını vuran diplomatlar arasında yer aldı.

Metternich, Viyana Kongresi’nden itibaren XIX. yüzyılın büyük bir kısmında milletlerarası politikada başrolü oynayacaktır. Viyana Kongresi’nde mutlak krallıklarla yönetilen devletler, milliyetçilik akımına karşı birlikte hareket etme kararı aldı.

1815’te Avusturya’nın başkenti Viyana’da gerçekleştirilen bu kongrede ortaya konan düşünceler, Avrupalı büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ne karşı yürütecekleri siyaseti belirledi. Şark Meselesi, politik bir terimdir. Bu terim ilk defa
1815’te Viyana Kongresi’nde kullanıldı. Şark Meselesi, Avrupa devletlerinin XIX. yüzyıl ve sonrasında Osmanlı Devleti’ne karşı yürütecekleri siyaseti ifade eden bir kavramdır. Türkleri Anadolu’dan çıkarmayı amaçlayan Şark Meselesi’ni iki kısımda incelemek mümkündür.

Amacı Türkleri Anadolu’dan ve Balkanlar’dan çıkarmak olan Şark Meselesi’nin iki aşaması vardırBu meselenin birinci aşaması 1071-1683 arası dönemde Avrupa savunma, Türkler taarruz hâlindedir. Şark Meselesi’nin ikinci aşamasında Avrupalı devletler Balkanlar’daki Hristiyan halkları Osmanlı hâkimiyetinden çıkarmayı hedefledi. Bu amaç doğrultusunda Sırplar, Rumlar ve Bulgarlar başta olmak üzere Osmanlı egemenliğinde yaşayan diğer gayrimüslim halklar isyana
teşvik edildi.

Rusya, Şark Meselesi’nde Osmanlı Devleti’nin jeopolitik öneme sahip topraklarından en büyük payı almaya çalıştı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Rusya’nın planı ete kemiğe büründü. Çarlık Rusyası, İstanbul’da daimî elçilik açma, Hristiyan Ortodoks mezhebini himaye etme, Boğazlarda serbestçe geçme haklarını elde etti. Avrupalı büyük devletler, bazen aralarında anlaşsalar da genellikle rakiplerinin Osmanlı topraklarından tek başına istifade etmelerine engel oldular. Bu amaçla Batılı güçler Osmanlı Devleti ile birlikte hareket ettiler veya Osmanlı Devleti’ne yardım ederek kendi çıkarlarını korumayı tercih ettiler.

XIX. yüzyıla girildiğinde Avrupalı büyük güçler Şark Meselesi ekseninde Osmanlı Devleti’ne karşı işgalci faaliyetlerine devam ettiler.

1821 Rum İsyanı ve Yunanistan’ın Kurulması

XVIII. yüzyıla gelindiğinde Fransız İhtilali’nden etkilenen Rumlar, Megali İdea adını verdikleri düşünce çevresinde bir araya gelerek isyan hazırlıklarına başladı. Bu düşüncenin temelinde Bizans’ı yeniden diriltme ülküsü yatmaktaydı.

Rumları bağımsızlığa götürecek ilk adım 1814’te Odessa’da gizlice Filik-i Eterya Cemiyeti kurularak atıldı. Bu cemiyet 1894’te Etnik-i Eterya Cemiyeti adını aldı. Görünüşte eğitim-öğretim amacıyla kurulan bu dernek, Rum ayaklanması
için para toplayarak, silah dağıtarak propaganda faaliyetleri yapıyordu. Bizans İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmayı amaçlayan cemiyetin 1815 yılında İstanbul’da ilk şubesi açıldı.
Rumların ilk isyanı Boğdan’da Alexander (Aleksandr) İpsilanti tarafından çıkartıldı.

Rumların asıl isyanı 1821’de Mora Yarımadası’nda başladı. Mora İsyanı ile beraber Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa da Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etti. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa’yı Mora’ya isyanı bastırmak için gönderdi. Mısır’dan gelen yardım sayesinde Osmanlı Mora İsyanı’nı bastırdı.

Rum İsyanı bastırılınca bu durumdan rahatsız olan İngiltere, Rusya ve Fransa; Osmanlı Devleti’nden Yunanistan’a özerklik verilmesini istediler. Osmanlı Devleti bu isteği reddedince Osmanlı ve Mısır donanmaları 1827’de Navarin’de
baskına uğradı ve yakıldı.

Rusya yeni topraklar kazanmak için 1828 yılında Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. 1829 yılında Osmanlı Devleti’nin yenilmesi üzerine Edirne Antlaşması yapıldı. Bu antlaşma ile Yunanistan’a bağımsızlık verildi.  3 Şubat
1830’da Londra’da yapılan görüşmelerde Yunanistan Krallığı resmen kuruldu. 

1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile Osmanlı’nın İngiltere ve Fransa’ya yönelmesi Çar I. Nikola’nın hoşnutsuzluğunu son aşamaya getirdi. Rus Çarı I. Nikola Osmanlı Devleti’ni bölmeye ve himaye etmeye karar verdi. 1848 İhtilalleri Fransa başta olmak üzere Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Prusya’nın siyasi açıdan iç yapılarını sarsmıştı. İngiltere, bu süreçte Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünden yana oldu. İngilizler, Rusya’nın 1853’te Osmanlı Devleti’ni
paylaşma teklifi reddetti. Çünkü Ruslar’ın Doğu Akdeniz’e yerleşerek sömürge yollarının güvenliğini tehlikeye atacağını düşünüyorlardı. Bunun üzerine Rus Çarı Osmanlı Devleti hakkında tek başına hareket etme kararı aldı. Hareket noktası ise Kutsal Yerler Sorunu’ydu.

Kutsal Yerler Sorunu

Semavi üç din (İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik) açısından kutsal bir yere sahip olan Kudüs, tarih boyunca önemini korumuştur. Hz. İsa’nın Hristiyanlığı yaydığı yer olması ve Hristiyanlara ait birçok kilise ve tören yerlerinin inşa edilmesi Hristiyanlar için Kudüs’ü kutsal kılıyordu. Ortodoks ve Katolik Hristiyanlar arasında kutsal yerlerin koruyuculuğu üzerinden süregelen rekabetin adı “Kutsal Yerler Sorunu” olarak adlandırıldı.

Rusya, Osmanlı Devleti’ndeki Hristiyanları etkileme amacıyla Ortodoksların koruyucusu durumuna gelmeye çalıştı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Ruslar bu amaçlarına ulaşmada adımlar atmaya devam ettiler. Fransa, 1846’da kutsal yerler üzerinden yeniden ayrıcalık talep etmesiyle karşısında Rusya’yı buldu. Osmanlı Devleti sorunun çözümü için karma bir komisyon kurarak yeni fermanlar ve menşurlar hazırladı. Alınan kararlar Katoliklerden daha ziyade Ortodoksların çıkarlarına uygun düştü.

Rus Çarı Osmanlı Devleti’ni İngiltere’yle paylaşamayacağını anlayınca devlete baskı yapmak için İstanbul’a olağanüstü yetkilerle donatılmış olan Prens Mençikof’u elçi olarak gönderdi.  Rusya, Ortodoksların hamisi olma amacıyla içeriği gizli
bir antlaşmayı Osmanlı Devleti’ne imzalatmak istedi. Osmanlı Devleti bu durumu kabul etmedi ve Rusların bu isteklerini İngiltere ve Fransa’ya iletti. İngiltere, Rusya’nın amacını bildiğinden Malta’daki donanmasını Çanakkale’ye yolladı. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere arasında toplantılar yapıldı. Rusya bu defa Ortodoksların himayesinin bir senetle kendilerine verilmesini talep etti. Osmanlı Devleti ise kabul edilmesi zor olan bu istekleri reddetti. Bu gelişme
sonucunda 1853’te Mençikof’un İstanbul’u terk etmesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler askıya alındı. 1853’te Ruslar, Eflak ve Boğdan’a saldırdı. Bu bölgelerin işgali Osmanlı-Rus savaşını başlattı.

Viyana’da İngiltere, Fransa, Avusturya ve Prusya arasında bir kongre düzenlendi. Kongre sonucunda Rusya ve Osmanlı Devleti’ne aralarında anlaşmaları için nota gönderildi. Osmanlı Devleti bazı maddelerin değişmesi şartıyla barış antlaşmasını imzalayacağını bildirdi. Rusya kongreden çıkan talepleri kabul etmedi. Osmanlı Devleti’nin 4 Ekim 1853’te Rusya’ya savaş ilan etmesiyle Kırım Savaşı (1853) başladı.

Kırım Savaşı (1853-1856)

Osmanlı Devleti, Rumeli ve Anadolu’da Ruslara karşı yapılan savaşlarda başlangıçta başarılar elde etti. Rusya ise Batum’daki Osmanlı güçlerine yardım götüren ve fırtınadan dolayı Sinop’a sığınan Osmanlı donanmasını bir baskınla
yaktı. Osmanlı tarihinde bu saldırı, Sinop Baskını (1853) adıyla anılmaktadır. İngiltere ve Fransa, Ruslardan Eflak ve Boğdan’ı derhal terk etmelerini, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü tanımalarını ve Ortodokslar üzerindeki
koruyuculuk politikasına son vermesini istedi. Hiçbir isteği kabul etmeyen Rusya ise ordularını Tuna Nehri’nden geçirip işgale devam etti. 1854’te İngiltere ve Fransa, Rusya’ya resmen savaş ilan etti.

Osmanlı, İngiliz ve Fransızlardan oluşan yaklaşık 100 bin kişilik ordu 1854 Eylül’ünde Kırım’a çıkarma yaptı. Ruslar 50 bin civarında bir orduya sahipti. Müttefikler savaş başladığında soğuk hava ve bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek
zorunda kaldı. 1854’te Kırım Savaşı devam ederken Osmanlı Devleti içine düştüğü mali sıkıntılardan dolayı ilk kez dış borçlanmaya başvurdu. İlk dış borç İngilizlerden alındı.

1855 baharında 140 bin askerden oluşan müttefik ordusu savaşa devam etti. Eylül ayına gelindiğinde Sivastopol, Ruslardan geri alındı. Müttefiklerin başarısı, Çar I. Nikola’nın ölümü ve yerine geçen Çar II. Aleksander’ın barış talep etmesi Kırım Savaşı’nı bitirdi.

Paris Barış Antlaşması (1856)

Rusya ile yapılacak barış görüşmeleri için 1856’de Fransa’nın başkenti Paris’te Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Prusya ve Piyemonte bir araya geldi. Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa Avrupa devletleriyle bir kongreye eşit koşullarda katılıyordu.

1856 Paris Barış Antlaşması’na göre Osmanlı Devleti Avrupa hukukundan yararlanma hakkı elde ederek Avrupalı bir devlet sayıldı. Karadeniz bu antlaşma ile uluslararası ticarete açıldı. Rusya’nın Karadeniz’de savaş gemisi bulundurması ve liman kurması yasaklandı.

Paris Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’nin varlığına yönelik maddeler eklenmiş olsa da İngiltere, Rusya ve Fransa antlaşmanın ruhuna aykırı hareket ederek Osmanlı topraklarından pay almak için mücadele ettiler.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve Berlin Kongresi

Avrupalılar için büyük güç olmanın yolu ülkeleri dışındaki bölgelere saldırıp sömürgeleştirmekten geçiyordu. Bu amaçlarını gerçekleştirmenin önünde engel olarak gördükleri devletlerden biri de Osmanlı Devleti’ydi. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü 1856’dan beri savunan Avrupalı devletler, 1871’den sonra bu siyasetlerini terk edip Şark Meselesi’nden kendileri için pay çıkarmaya çalıştılar.

İstanbul Konferansı öncesinde 1871’de Rusya’nın Paris Barış Anlaşması’nı tanımadığını ilân etmesi Rus tehlikesini tekrar gündeme getirdi. Rusya bu dönemde, Balkan topluluklarını, bir çatı altında toplamayı amaçlayan Panslavizm politikaları doğrultusunda onları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmaya devam ediyordu. Rusya’nın bu çabaları 1875’te Bosna-Hersek İsyanı ve 1876’da Bulgar İsyanı’nın çıkmasına neden oldu. Balkanlar’da bu gelişmeler yaşanırken II.
Abdülhamit tahta geçmişti. Sırp ve Karadağ isyanları ise devam etmekteydi. Bu isyanlar Osmanlı-Rus savaşlarının adeta ayak sesi oldu. Osmanlı Devleti, Sırp İsyanı’nı başarıyla bastırdı ve Balkanlar’da kontrolü yeniden sağladı.

1876’da Balkanlar’daki bu gelişmelerin görüşülmesi amacıyla İstanbul’da bir konferans düzenlenmesi kararlaştırıldı. İstanbul Konferansı (Tersane Konferansı) başladığı esnada Osmanlı Devleti I. Meşrutiyeti ilan etti. Osmanlı Devleti’nin buradaki amaçlarından biri de azınlıklarla ilgili olumsuz bir kararın çıkmasına engel olmaktı.

Konferansa katılan devletler Meşrutiyet’in ilanını ciddiye almadığı gibi Sırbistan ve Karadağ’ın topraklarının genişletilmesini talep ettiler. Ayrıca Osmanlı Devleti’nden Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da özerk yönetimler kurulmasını
istediler. Osmanlı Devleti bu taleplerin hiçbirini kabul etmedi.

İstanbul Konferansı’na katılan devletler Londra’da yeni bir protokol imzaladı. Protokolün içeriğinde kabul edilmesi imkân dâhilinde olmayan taleplerin bulunmasından ötürü Osmanlı Devleti, 1877’de Londra Protokolü’nü reddetti.
Londra Protokolü’nün Osmanlı Devleti tarafından reddedilmesi savaş için Rusya’ya bir bahane oldu. Rusya, bu olaydan bir gün sonra genel seferberlik ilân etti. Prens Mençikof 1877’de Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı savaş kararını bir beyanname ile Avrupa’ya bildirdi.

Rusya ile diplomatik ilişkilerin kesildiği gün 23 Nisan’da Rusya, Osmanlı Devleti ile savaş hâlinde olduğunu dünyaya ilan etti. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Rumi takvimin 1293 senesinde cereyan etmesinden dolayı bu savaş, 93 Harbi adıyla anıldı.

1877’de Balkanlar üzerinden büyük bir saldırı başlatan Rus ordusu aynı anda Kuzeydoğu Anadolu’ya da yöneldi. Tuna Nehri’nin güneyine geçen Ruslar, Bulgaristan’a girdi ve buradaki Türk köylere yönelik büyük katliamlar yaptı. Süleyman Paşa komutasında Osmanlı ordusu Rusları, Şıpka Geçidi’nde durdurduğu gibi geri çekilmeye zorladı.

Ruslar, Osman Paşa komutasında savunulan Plevne’ye üç defa saldırsalar da istedikleri başarıya ulaşamadı. Rus ordusu geri çekilerek ağır kayıplar verdi. Plevne’yi saldırıyla alamayacağını anlayan Ruslar şehri kuşatma yoluna gitti. Soğuk ve kıtlıktan dolayı Osmanlı ordusunda kayıplar yaşanırken yeni güçlerle ordu takviye edilemedi. Osmanlı ordusu bu kuşatma içinde yok olmaktansa bir yarma hareketiyle kuşatma çemberini aşmaya karar verdi 42 bin kişilik ordu gücü 72 topla; 130 bin Rus ve Romanya askerine ve 450 topa karşı savaştı. Üç kuşatma çemberinden ikisini bölmeyi başaran Osmanlı ordusu üçüncü çemberi aşamayınca teslim olmaya mecbur kaldı.

Plevne’de yaşanan bu gelişmelerden sonra Sırplar, Rusya’nın yanında Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etti. Rus ordusunun ilerleyişi devam etti ve 20 Ocak’ta Ruslar, Edirne’ye girdi. Sırplar ve Karadağlılar bu durumdan istifade ederek işgal ettikleri yerlerin sınırlarını genişletti.

Doğu Anadolu’da Rus kuvvetleri Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt üzerinden üç yönden harekete geçti. 20 Nisan’da Doğubeyazıt, 17 Mayıs’ta Ardahan düştü. Doğubeyazıt ve Ardahan’ı ele geçiren Ruslar bu defa Kars’a yöneldi. Kars yönünde takip edilen Rus ordusu Ahmet Muhtar Paşa’nın saldırısı sonucu beklenmedik bir yenilgi aldı. Rusya’dan gönderilen yeni güçler karşısında Rus ordusu gücünü arttırırken Osmanlı ordusu da sayıca azalmaktaydı. Ekimde Ruslar yeni bir saldırı başlattı. Muhtar Paşa’ya bağlı ordu Erzurum’a çekildi. Erzurum’a geçen Osmanlı ordusunu takip eden Ruslar, 9 Kasım gecesi Aziziye Tabyasına hücum etti. Erzurum halkı şehrin müdafaasına bizzat katıldı. Kahraman bir Türk
kadınının (Nene Hatun) teşviki ve ordu kuvvetlerinin de yardımıyla püskürtülen Rus ordusu Erzurum’a giremeden geri çekildi.

Kars halkının büyük direnişine rağmen 19 Kasım 1877’de Kars, Rusların eline geçti. Kars’ın düşmesi üzerine Ruslar, bütün kuvvetleriyle Erzurum’u kuşatma imkânını elde etti fakat kış mevsimi geldiğinden böyle bir kuşatma gerçekleşmedi. Ruslar savaşın kesin sonucunu Balkanlar’da elde etmeyi düşünmüşlerdi ve bu amaçla harekete geçmişlerdi. Rusların Balkanlar’da ilerlemesi ve Edirne’ye kadar gelmeleri sonucunda Osmanlı Devleti barış istemek zorunda kaldı.

Gerçekleştirilen görüşmeler neticesinde 1878’de ateşkes imzalandı. Ateşkes imzalandığında Rus ordusu Edirne işgaline başladı. Ateşkesin maddelerinin birinde Rusların İstanbul-Çatalca’ya kadar gelmelerinin kabulü, Rus ordusunun İstanbul kapılarına dayanması anlamına geliyordu. Bu durumdan fazlasıyla endişelenen Avrupalı devletler meseleye müdahil olmaya başladı. İngiltere, donanmasını Akdeniz’e gönderme kararı aldı.

İngiliz donanmasının İstanbul Boğazı’na geleceğinin Rusya’ya bildirilmesi üzerine Rusya, kamuoyuna İstanbul’un işgal edileceğini duyurdu. İki ateş arasında kalan Osmanlı Devleti, bu süreçte olağanüstü toplantılar düzenledi ve toplantılarda tüm seçenekler değerlendirildi. İngiliz donanması Bursa-Mudanya’ya gelmişti. Ruslar da İstanbul’u işgal etme düşüncesinden vazgeçerek Ayastefanos’da (Yeşilköy) beklemeye başladı. Bir araya gelen Osmanlı ve Rus heyetleri 1878 Ayastefanos Antlaşması’nı imzalayarak savaşa son verdi.

Ayastefanos Antlaşması’nın maddelerine göre Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlıkları tanınarak Osmanlı Devleti’nden ayrıldı. Büyük Bulgaristan Prensliği kurularak Osmanlı Devleti’ne bağlandı. Bosna-Hersek’in Rusya ve Avusturya tarafından ortaklaşa himaye edilmesine karar verildi. Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusya’ya bırakıldı. Girit, Teselya ve Arnavutluk’ta ıslahatların yapılması karar altına alındı.

Özetle Rusya savaş sonrası konumunu güçlendirerek başarı elde etmiş olsa da bu hava kısa sürede Rusya aleyhine dönmeye başladı. Ayastefanos Antlaşması ile çıkarları zedelenen iki devlet Avusturya ile İngiltere oldu. 1870’te İtalya’nın 1871’de Almanya’nın siyasi birliklerini tamamlayarak tarih sahnesine çıkması neticesinde Avusturya bu iki devlete bir hayli toprak kaptırmıştı. Büyük devlet vasfını kaybetmek istemeyen Avusturya genişleme politikasını terk ederek Balkanlar’da ve Adriyatik Denizi çevresinde toprak ve nüfuz kazanmak yolunu seçti. Fakat Rusya’nın Ayastefanos Antlaşması’yla ortaya çıkardığı tablo Avusturya’nın bu planını boşa çıkarttı. Bu yüzden Avusturya kısa süre içinde bu antlaşmanın düzeltilerek yenilenmesini talep etti.

Avusturya ve İngiltere’nin hızlı bir şekilde savaş hazırlığına yönelmesi Rusya’yı telaşlandırdı. Muhtemel bir savaşta İngiltere ve Avusturya’nın yanında Almanya, Osmanlı Devleti ve Romanya’nın da yer alması karşısında Rusya’nın pek
de yapacak bir şeyi yoktu. Bu şartlar karşısında Rusya, Ayastefanos Antlaşması’nın gözden geçirilmesi yolunda yapılan teklifi kabul etti. Rusya, toplanacak kongrede, Paris Barış Antlaşması’nın esaslarının gündeme alınmasına, kesinlikle karşı çıktığını Avrupa’ya ilan etti. 30 Mayıs 1878’de İngiltere ve Rusya arasında gizli bir antlaşma yapıldı. Rusya’dan gizli tutulması şartıyla Avusturya ve İngiltere kendi aralarında gizli antlaşmalar yaptı. İngilizler ayrıca Osmanlı Devleti ile bir dizi görüşme gerçekleştirdi ve bazı önerilerde bulundu. İngiltere, Rus tehlikesinden Osmanlı Devleti’ni koruma amacıyla Kıbrıs Adası’na yerleşmek istedi.  1878’de Kıbrıs Adası’na İngilizlerin gelmesine izin verildi. İngilizlerin geçici bir yerleşme olarak gösterdikleri bu girişim zamanla Kıbrıs’ın İngilizler tarafından işgaliyle sonuçlanacaktır.

Ayastefanos Antlaşması sonrası yapılması planlanan kongrenin Almanya’da toplanması kararlaştırıldı.

Berlin Kongresi (1878)

1878’de Almanya’nın başkenti Berlin’de Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere, Avusturya, Fransa, İtalya ve Almanya devletleri bir araya geldi. Osmanlı Devleti, İngiltere’nin Osmanlı çıkarlarının savunmasını beklerken tam tersi bir
durum ile karşılaştı. Bir ay süren çalışmalar neticesinde 1878 Berlin Antlaşması imzalandı.

Berlin Antlaşması’na göre Romanya, Sırbistan ve Karadağ resmen bağımsız oldu. Büyük Bulgar Krallığı üç parçaya bölündü: Osmanlı Devleti’ne vergi verecek olan Bulgar Prensliği, idari özerkliğe sahip Doğu Rumeli Eyaleti ve Osmanlı Devleti’ne bağlı Makedonya oluştu. Bosna-Hersek, yönetimi geçici olarak Avusturya’ya bırakıldı. Islahat yapılması şartıyla Makedonya, Osmanlı Devleti’ne bırakıldı. Doğubayazıt’ın Osmanlı Devleti’ne verilmesi şartıyla Kars, Ardahan ve Batum Ruslara bırakıldı.

1878 Berlin Kongresi’nde tartışılan ve antlaşma hükümlerinde yer bulan bir diğer konu Ermeni Meselesi’dir. Avrupalı devletler, Ermeniler için Doğu Anadolu’da ıslahatların yapılmasını istedi. Kongre’de Girit Adası için Avrupalı devletler, adada Rumların lehine düzenlemelerin yapılması istedi.

Özetle, Avrupalı büyük devletler Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma siyasetinden vazgeçtiğini 1878 Berlin Antlaşması ile açıkça ortaya koydu. Bu tehlikeli gidişat karşısında Osmanlı Devleti elindeki seçenekleri değerlendirdi. XIX. yüzyıl boyunca “Denge Stratejisi” yürüten Osmanlı Devleti, Almanya ile siyasi ve askerî alanda yakınlaşma dönemini başlattı.

Ermeni Meselesi

Fatih Sultan Mehmet Dönemi’nde kurulan millet sistemi içerisinde uzun yıllar boyunca Ermeniler, Osmanlı Devleti’nde huzur içinde yaşadılar. Osmanlı Devleti’nde “Millet-i Sadıka” adıyla anılan Ermeniler, devlet içerisinde önemli mevkilere getirilmişti.

1878 Berlin Antlaşması, XIX ve XX. yüzyılda yaşanan Ermeni Meselesi’nin başlangıcıdır. Antlaşmanın 61. Maddesine göre Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nden Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde zaman geçirmeden ıslahat yapmasını ve güvenliklerinin sağlanmasını istedi. Avrupa devletlerinin desteğiyle Ermenileri, Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmak amacıyla 1887’de İsviçre’nin Cenevre şehrinde Hınçak, 1890’da Tiflis’te Taşnak komitaları kuruldu. Bu tarihten itibaren Ermeniler, I. Dünya Savaşı’na kadar bir dizi isyan ve baskın girişimlerinde bulundu.

Anadolu’nun çeşitli yerlerinde açığa çıkan isyanlar karşısında Müslüman Türk halkının bir kısmı Ermeni komitacıların baskın ve saldırılarından korunmak için yerlerini terk etmek zorunda kaldı.

Erzurum İsyanı (1890)
İstanbul’da programı yapılan bu isyanı Hınçak ve Taşnak komitacıları başlattı. Erzurum isyanı, ondan sonra muhtelif yerlerde devam eden ve Avrupa’nın dikkatini Ermeni Meselesi’ne çeken hareketlerin ilkidir. Bu isyan, Avrupa’ya Osmanlı Devleti’nin Ermenileri katlettiği şeklinde gösterildi. Avrupa, bu gelişmeyi katliam olarak kabullendi.

Kumkapı Gösterisi (1890)
Hınçak Komitesi 15 Temmuz 1890 tarihinde, İstanbul Kumkapı’da bir miting organize ederek ilk gövde gösterisini yaptı. Bu gösterinin amacı kamuoyu oluşturarak İstanbul’daki Ermeni nüfusunu isyana teşvik etmekti.
Merzifon, Yozgat ve Kayseri Olayları (1892) Ermeni komitacıları 1892 yılında Ermenileri isyana yönlendirme amacıyla yurt dışında bastırdıkları bildirileri Samsun, Merzifon, Yozgat ve Kayseri’de dağıtıp astılar. Bu gelişmeler üzerine Hükûmet
gerekli tedbirleri alarak olayların büyümesine engel oldu.

Sason İsyanı (1894)
Kumkapı gösterilerinde yer alanların bir kısmı 1891 yılında Batman’ın ilçesi olan Sason’a gelerek çeteler kurdu. 1894 yılında Hınçak Komitesi bölgede isyanı başlattı. İsyanda birçok Müslüman hayatını kaybetti. Ermeni komiteleri, bu isyandan umduklarını bulamadılar.

Bâbıâli Olayı (1895)
1895’te Hınçak Komitesi tarafından bir gösteri düzenlendi. Yaklaşık beş bin Ermeni Bâbıâli’ye yürüdü. Silahlı Ermeni komitacıları Bâbıâli’yi basarak büyük bir hâdise çıkarıp Avrupa’nın dikkatini Ermeni Meselesi üzerine çekip Avrupa’nın müdahalesini planladılar. İsyan kısa sürede bastırıldı.

Zeytûn İsyanı (1895)
Zeytûn, Maraş vilayetine bağlı, çok dağlık bir kaza merkeziydi. İsyan başladığında hükûmetin aldığı tedbirler sonunda Ermeni komitacılar istediklerini alamadı. Bu gelişme üzerine Avrupa duruma müdahale etti. İsyanı yönetenlerin bir kısmı İngilizlerin yardımıyla bölgeden kaçırıldı.

Van İsyanı (1896)
(1896)Ermeni komitelerinin teşkilatlandığı yerlerden biri de Van ve çevresidir. 1 Haziran 1896 tarihinde başlayan Van İsyanı’nda yine Ermeni meselesinin arkasındaki devletler devreye girmiş ve komitacılar cezalandırılamamıştır.

Osmanlı Bankası Baskını (1896)
Ermeni komitacılarının bankaları hedef seçmelerinin başlıca sebebi, bu kuruluşların yabancı devletlere ait olmasıdır. Bu olayla Ermeniler tarafından daha fazla dikkat çekme amaçlanmıştır.

Sultan II. Abdülhamit’e Suikast Girişimi (1905)
Ermeni komitacılarınca 21 Temmuz 1905 Cuma günü Sultan II. Abdülhamit’e karşı bombalı suikast düzenlendi. Padişah, camiden geç çıktığı için suikasttan kurtuldu ancak birçok vatandaş hayatını kaybetti.

Adana Olayları (1909)
1909 yılında Adana ve havalisinde cereyan eden Ermeni isyanları ve olayları; yol kesme, karakol basma, sivil insanları katletme gibi saldırılar olarak ortaya çıktı. İsyan kısa sürede bastırıldı.

Şark Meselesi’nin bir parçası olan Ermeni Meselesi, isyanlarla çeşitli aşamalardan geçtikten sonra I. Dünya Savaşı’nda yeni bir karakter kazandı. İtilaf devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya) için Ermenileri kullanarak bir savaş başlatmak, Türkleri arkadan vurmak anlamı geliyordu. Ermeni isyanları Türk devletinin varlığını tehdit ediyordu.

1915 Nisan ayı ortalarında Çanakkale Gelibolu’ya asker çıkartılmasından on gün önce İtilaf Devletleri, Ermenilerden genel bir isyan başlatmasını istedi. 15 Nisan’da Van’da, 17’sinde Sason’da, 18’inde Bitlis’te Ermeniler isyan başlattı. Sason’da devlet memurları ve jandarmalar katledildi. 20 Nisan günü Van’ın içinde büyük bir Ermeni ayaklanması başladı.

Rusların Ermenilerle bağlantı kurup beraber hareket etmeleri ve İtilaf devletlerince Gelibolu’ya çıkartma yapılması, Osmanlı Devleti’ni zor duruma düşürdü. 16/17 Nisan gecesi Van Rusların eline geçti. Van, bundan sonra birkaç kez Türklerle, Ermeniler ve onları destekleyen Ruslar arasında el değiştirdi. Ermeni ayaklanmaları yurdun güvenliğini tehlikeye düşürdü. Bu durum karşısında İttihat ve Terakki Hükûmeti tedbir aldı. 27 Mayıs 1915’te Geçici Sevk ve İskân Kanunu (Tehcir Kanunu) çıkartıldı.

Zorunlu göç nedeniyle bazı bölgelerde Ermenilerin silahlı direnişi yüzünden olaylar çıkmış, yollarda asayişsizlik ve hastalık sebebiyle kayıplar olmuş, Türkleri az tanıyan Batı kamuoyu kışkırtılmak istenmişti. Avrupa’da zorunlu göçe, adeta soykırım görüntüsü verilerek Batı’da basın yayın organlarında Türkler karşıtı propagandalar yapıldı.

Makedonya Sorunu

Balkan devletleri toprak ve nüfus bakımından küçük devletlerden oluşuyordu. 1829’da Yunanistan, 1878’de Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan bağımsızlıklarına kavuşmuştu. Bu devletlerin Balkan coğrafyasında geleceğe yönelik
bazı planları vardı. Yunanistan “Megali İdea” düşüncesi ile sınırları genişletmeye çalışmaktaydı. Sırplar, Büyük Sırbistan’ı kurmak için çaba sarf ederken Bulgaristan ve Romanya da topraklarını genişletme arzusundaydı.

Bu devletlerin hepsinin isteklerinin kesiştiği yer Makedonya’ydı. Hedeflerine ulaşmak için komiteler kurup konsolosluklar ve din adamlarından faydalanmaya başladılar. Osmanlı Devleti, durumun farkında olmakla beraber önlemlerini de almayı ihmal etmedi.

Makedonya’da ilk büyük isyan Manastır şehrinde 2 Ağustos 1903’te başladı. İsyan kısa sürede bastırılsa da başka yeni isyanlar çıktı. 1908’e gelindiğinde bölgedeki Müslim ve gayrimüslim vatandaşlar arasında hürriyetçi düşünceler yayılmaya başladı. II. Abdülhamit’e meşrutiyetin yeniden ilanı ve meclisin açılması yönünde baskılar da arttı. Makedonya’da yaşanan bu gelişmeler neticesinde II. Meşrutiyet 1908’de ilan edildi.

Sonuç itibarıyla Balkan coğrafyasının etnik yapısıyla oynanması planından Makedonya da payını aldı. Makedonya, 1912-1913 yılları arasında cereyan eden Balkan Savaşları sonunda imzalanan Bükreş Antlaşması ile Sırbistan,
Yunanistan ve Bulgaristan arasında paylaştırıldı.

İtalya ve Almanya’nın Siyasi Birliklerini Kurması

XIX. yüzyıl boyunca Avrupa siyasetinin merkezinde İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya vardı. Bu siyasete XIX. yüzyılda İtalya ve Almanya katılacaktı. I. Dünya Savaşı’na kadar devam edecek yeni bir siyaset dönemi başladı. İtalya millî birliğinin kurulmasında 1807’de kurulan “Carbonari” (Karbonari) adlı örgüt etkili olmuştur. Gizli bir örgüt olan Carbonari, 1821’e gelindiğinde bağımsızlık ve birlik yanlısı ilk isyanları başlattı. 1848 İhtilallerinde Piyemonte Krallığı öncülüğünde birlik ve bağımsızlık için mücadele veren İtalyanların isyanları sonuçsuz kaldı.

Piyemonte Kontu Cavour (Kavur) ve Fransa İmparatoru III. Napolyon Avusturya’ya karşı ortak mücadele kararı aldı. İki devlet adamı 1858’de gizli bir anlaşma yaptılar ve bir sene sonra Avusturya’ya savaş açtılar. Bu savaşlarla birlikle Piyemonte’nin toprakları genişledi. İtalyanların geniş bir kesimi Piyemonte’nin etrafında birleşti. Kırım Savaşı’na ve Paris Barış Kongresi’ne katılması Piyemonte’nin uluslararası siyasette saygınlığını arttırdı. Prusya’nın bir yandan Avusturya’yı diğer yandan Fransa’yı yenmesi İtalyanlara tarihi bir fırsat verdi. İtalyanlar, 1870’te Roma’yı Avusturya’dan alarak İtalya Devleti’nin kuruluşunu ilan edip millî birliğini tamamen sağladı.

Demir Şansölye” olarak adlandırılan Bismarck Prusya siyasetinin önde gelen bir şahsiyeti olarak Rusya’da ve Fransa’da büyükelçilik görevini yürütmüştü. Bu dönemde Bismarck, Prusya’nın güçlenmesi için gerekli olan politikanın “kan ve kılıç politikası” olduğu fikrine ulaştı. Tarihe geçen bu ifade Bismarck tarafından uygulanarak Alman siyasi birliğinin yolu açıldı. 1864’te Danimarka’yı, 1866’da Avusturya’yı savaşlarda yenen Prusya’nın önünde engel olarak sadece Fransa
kalmıştı. 1870’te yapılan Sedan Savaşı’nda Fransa, Prusya’ya yenildi. Bu gelişme sonrası 1871’de Fransa’da imzalanan antlaşma ile ilk defa Almanya Devleti adından bahsedildi. Prusya Devleti’nin yerine Almanya’nın kurulmasıyla Alman siyasi birliği de resmen kuruldu.

Üçlü İttifak ve Üçlü İtilaf

İtalya ve Almanya’nın peş peşe siyasi ve millî birliklerini kurmasıyla Avrupa’daki güç dengesi değişime uğradı. Avrupa siyasetine Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın yanında Almanya ve İtalya yeni bir güç olarak katıldı. Almanya, 1860-1890 yılları arasında yapılan antlaşmalarla Rusya ve Avusturya-Macaristan’ı yanına çekmeyi başardı. Bu birliğe “Üçlü İttifak” adı verildi. İtalya da daha sonra bu ittifaka katıldı. Rusya ile Avusturya-Macaristan rekabetinden dolayı üçlü ittifak
içindeki denge bozuldu. 1890’da Almanya’da bir taht değişikliği yaşanmıştı. Yeni imparatorla Başbakan Bismarck arasında dış politikada ciddi görüş ayrılıkları yaşanmaya başlamıştı. Bu yüzden Bismarck başbakanlıktan istifa etti.

II. Wilhelm Dönemi’nde Almanya, Çarlık Rusyası’nın kendi yanında yer almasını gereksiz gördü ve 1890’da çarlık Rusya ile süresi dolan antlaşma yenilenmedi. Bu durum Rusya’yı 1894’de Fransa ile anlaşmaya yöneltti. Bu birliğe
İngiltere’nin de katılmasıyla Üçlü İttifak’a karşı “Üçlü İtilaf” bloğu oluşturuldu.

3.3. MEHMET ALI PAŞA’NIN GÜÇ KAZANMASI

1769 Kavala doğumlu Mehmet Ali Paşa, 18 yaşına geldiğinde askerlik mesleğine girmişti. Mısır’ı Napolyon Bonapart’ın işgalinden kurtarmak için, 1799 yılında Kavala’dan gönderilen askerlerle Kahire’ye geldi. Mehmet Ali Paşa, okuryazar olmamakla beraber çalışkan ve cesur olmasıyla tanındı. Fransızların Mısır’dan çekilmesinden sonra, kısa sürede buradaki başıbozuk askerleri disiplin altına alarak onların komutanlığına yükseldi.

Sultan II. Mahmut düzenli vergisini vermesi ve Hicaz’ı ele geçiren Vehhabileri etkisiz kılması koşuluyla Mehmet Ali Paşa’yı 1805’te Mısır Valisi olarak atadı. Mehmet Ali Paşa, Vehhabi Meselesi’ni çözmek için görevlendirildi ve bunun karşılığında kendisine Necit bölgesi valiliği vaat edildi. Mehmet Ali Paşa, Hicaz’da etkinlik gösteren Vehhabilere karşı harekete geçti. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordu bölgeye gönderildi. İsyan kısa sürede bastırıldı. Mısır ordusu, 1813’te Mekke’yi Vehhabiler’den geri aldı.

Bu hadise İslam âleminde büyük yankılar uyandırdı. Mehmet Ali Paşa’nın adı her tarafa yayıldı. Mehmet Ali Paşa bizzat Hicaz’a giderek tedbirler aldı. Bu esnada Suud bin Abdulaziz’in ölümü Vehhabiliğin azmini kırdı. 1815’te Bass ve Taraba
arasında toplanan Vehhabileri büyük bir mağlubiyete uğrattı.

Vehhabilere karşı ikinci büyük sefer İbrahim Paşa’nın kumandasında 1816’da yapıldı. Vehhabilerin lideri Abdullah Bin Suud esir alındı. Esir alınan Abdullah ile Vehhabilerin önde gelenleri önce Mısır’a sonra İstanbul’a gönderildi ve 1819’da burada idam edildiler.

3.4. KUZEYDEN GELEN TEHLIKE: RUSYA

Boğazlar Meselesi ve Rusya

XVIII. yüzyılda Rus Çarı I. Petro’nun sıcak denizlere inme politikasıyla başlayan yayılmacı siyasetinde İstanbul ve Boğazlar, ayrı bir yere sahipti. Boğazların ele geçirilmesi, Rus dış siyasetinin ana prensibi hâline geldi. Özellikle, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Rusya’nın Boğazlar üzerindeki talepleri arttı. İstanbul, Rus tehlikesine maruz kaldı. 1833’te Mısır İsyanı’nda Rusya’dan alınan yardım çerçevesinde Rus donanmasının Boğazlardan geçişi Rusları bu bölge
üzerindeki emelleri açısından cesaretlendirdi. Aynı sene imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşması, Rusya için istediği ortamın oluşmasını sağladı.

Rusya’ya karşı, Boğazlar Meselesi’ni çıkarları doğrultusunda düzenlemeye karar veren Fransa, İngiltere, Avusturya ve Prusya ortak bir noktada buluştu. Geçerliliği sekiz yıl olan Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın 1841’de süresi dolmaktaydı.
1841’de İngiltere’de imzalanan sözleşme (Londra Boğazlar Sözleşmesi) gereğince Rusların Boğazlar üzerindeki ayrıcalığı ortadan kalktı. Boğazlar bu sözleşmeyle uluslararası bir statüye kavuştu.
1856 Paris Antlaşması’yla Boğazlar’ın statüsü 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi esas alınarak yeniden düzenlendi. Antlaşma ile Karadeniz kıyılarında Rusların donanma bulundurma hakkı ellerinden alındı. 1871’de Londra’da yapılan bir toplantıda Ruslara Karadeniz’de yeniden donanma bulundurma hakkı tanındı. Bu tarihten itibaren Rusya, Boğazları yeniden ele geçirme siyasetine başladı.

II. Abdülhamit Osmanlı Devleti’nin zor dönemlerden geçtiği yıllarda, Rusya karşısında başta İngiltere’ye daha sonra da Almanya’ya yakınlaşmak suretiyle Boğazların statüsünü korumada başarılı oldu.

I. Balkan Savaşı (1912)

Balkanlar’daki hemen hemen her devlet bir şekilde topraklarını genişleterek kendi ideallerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. II. Abdülhamit, Balkanlar’da Osmanlı Devleti hâkimiyetinin sağlanması için denge ağırlıklı bir politika izledi. Makedonya’yı ele geçirmek isteyen Sırp, Yunan ve Bulgarların aralarını açan bir siyaset uyguladı. Fener Rum Patrikhanesine alternatif olarak Bulgar Kilisesi (Eksarhane) ve Sırp Piskoposluğu’nun kurulmasına izin verildi.

Balkan Savaşları’nın çıkmasında etkili olan bir diğer faktör Rusya’dır. Rusya, Osmanlı Devleti’nin İtalya ile yaptığı 1911 Trablusgarp Savaşı’nı fırsat bilip Balkan devletlerini bir çatı altında toplamaya çalışıyordu.

Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ birliğinde en baskın devlet Bulgaristan’dı. Bulgaristan toprak alma konusunda da en fazla istekli olan devletti. Bahsi geçen dört devlet her ne kadar Osmanlı karşıtı bir cephede birleşseler de kendi aralarında uzun vadeli bir ortaklıktan uzak görünüyordu. Bu durum II. Balkan Savaşı’nın çıkmasının temel nedenlerinden biri olacaktır.

Osmanlı ordusu “Şark (Doğu) Ordusu” ve “Garp (Batı) Ordusu” olarak iki koldan savaştı. Şark Ordusu Bulgaristan ile Garp Ordusu ise Yunan, Sırp ve Karadağ güçleriyle savaştı. Sonuçta Osmanlı Devleti beklenmedik bir yenilgi ile karşılaştı. Balkanlar’da büyük oranda toprak kayıplarının yaşanmasının yanında Bulgar ordusu İstanbul’a kadar yaklaştı. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki Müslüman ahalisiyle bağı koptu. Bu mağlubiyet iç siyasette dengeleri yerinden oynattı. İttihat ve Terakki Partisi, Hürriyet ve İtilaf Partisi ile diğer siyasi gruplar hükûmete baskı yapmaya başladı. Hükûmet değişikliği olsa da gelişmelerin önüne geçilemedi.

Rusya resmî bir açıklama yaparak Bulgarların İstanbul’a girmesi hâlinde donanmasını göndereceğini bildirdi. Rusya ayrıca Ege Adaları’nın Yunanistan’ın eline geçmesinden fazlasıyla rahatsızlık duydu.

Bu savaşın sonuçlarının ortaya çıkardığı tabloya Avrupalı devletler müdahale etti. İngiltere uluslararası bir konferansın yapılmasını önerdi. Londra’da 16 Aralık 1912’de savaş devam ederken taraflar bir araya gelerek barışı görüşmeye
başladılar. Konferansta taraflar sürekli birbirlerinin tekliflerini reddettiği için bir sonuca ulaşılamadı. Görüşmenin kesilmesi üzerine “Düvel-i Muazzama” (İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan, Almanya ve İtalya) olarak adlandırılan altı büyük devlet Osmanlı Devleti’ne ortak bir nota verdi. Bu notayla Osmanlı Devleti üstü kapalı olarak tehdit edilmiş ve devletten I. Balkan Savaşı’ndaki kayıplarını kabul etmesi istemiştir.

I. Balkan Savaşı’nda alınan ani ve ağır yenilgi karşısında İttihat ve Terakki Partisi yoğun bir propaganda faaliyetine girişti. Kendilerinin hükûmette olmamasından dolayı bu yenilginin yaşandığını savunan parti, 23 Ocak 1913’te Osmanlı  hükûmetine baskın (Bab-ı Ali Baskını) düzenledi. Bu baskınla birlikte İttihat ve Terakki Partisi devletin yönetiminde söz sahibi oldu. İttihat ve Terakki hükûmeti ilk olarak 13 Şubat’ta Bulgaristan’a savaş açarak kuşatma altında
olan Edirne’yi kurtarmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Bulgaristan’ın ani saldırısı sonucu Edirne düştü ve Bulgarların eline geçti. Bu dönemde Ege Denizi’ndeki birçok ada Yunanlıların işgaline, Balkanlar’daki Osmanlı topraklarının bir kısmı da Sırbistan ve Karadağ’ın işgaline uğradı.Sonuçta 30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması imzalandı ve I. Balkan Savaşı sona erdi.

1913 Londra Barış Antlaşması’yla Bulgaristan en fazla toprak kazanan ülke olmasının yanında Ege Denizi’ne ulaştı. Yunanistan Girit Adası’nı ve Selanik’i alarak konumunu güçlendirdi. Sırbistan ve Karadağ topraklarını genişleterek Balkanlar’da güç sahibi oldu.

II. Balkan Savaşı (1913)

Bulgaristan savaş sonrası en fazla toprak kazanan devletti. Bu durum Sırbistan, Romanya, Karadağ ve Yunanistan tarafında rahatsızlığa neden olmuştu. Özellikle Balkan devletleri arasında Makedonya topraklarının paylaşımı meselesi devam eden bir sorundu. 1913 yılının Haziran ayında Bulgaristan’a karşı harekete geçen Yunanistan ve Sırbistan ittifak kurdular.

İttifaktan haberdar olan Rusya, iki ülkeyi uyarsa da Balkanlar’da Bulgaristan karşıtı hava yumuşamadı. Bulgaristan ise eline geçen toprakların paylaşımı konusunda hiçbir ülkenin tavsiyesini dinlemedi. Bulgar kralı, Sırbistan ve Yunanistan’ı hazırlıksız yakalayıp tüm Makedonya’yı ele geçirme amacıyla 30 Haziran 1913’te iki ülkeye birden savaş açtı. Böylece II. Balkan Savaşı başladı.

Bulgaristan’ın ani saldırı hamlesi başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü Sırp ve Yunan güçleri bu saldırıya anında karşılık vermiş hatta Bulgar ordusunu geri çekilmeye zorlamıştı. Osmanlı Devleti, Bulgaristan’ın yenilmeye başlamasıyla savaşa girerek 23 Temmuz’da Edirne’yi Bulgarlardan geri aldı. Kısa süren II. Balkan Savaşı sonunda 10 Ağustos 1913’te Bükreş’te barış antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile birlikte Bulgaristan I. Balkan Savaşı sonrası aldığı toprakların büyük bir kısmını kaybetti. 

29 Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı Devleti arasında İstanbul Barış Antlaşması imzalandı. stanbul Antlaşması’yla Bulgaristan-Osmanlı sınırı yeniden çizildi. Edirne ve Kırklareli Osmanlı Devleti’nde kaldı ve Meriç Nehri sınır kabul edildi. Bu antlaşma ile Bulgaristan’daki Türkler ile Bulgarların eşit haklara olması konusunda anlaşıldı. Osmanlı Devleti 14 Kasım 1913’te Yunanistan’la Atina Barış Antlaşması’nı imzaladı. Ege Adaları Meselesi anlaşma sağlanmadığı için zamana bırakıldı. Diğer yandan Atina Barış Antlaşması’yla Yunanistan’daki Türklerin hakları korundu. Son olarak Sırbistan ile İstanbul Antlaşması imzalandı. İki ülkenin ortak sınırı bulunmadığı için sınır tespiti yapılmadı. Antlaşmayla işgal altındaki Makedonya’da kalan Türklerin hukuki statüleri belirlenerek garanti altına alındı.

TEBRİKLER, ÖZETİN SONUN GELDİNİZ.

İLETİŞİM KANALI OLARAK FACEBOOK GRUBUMUZU KULLANABİLİRSİNİZ.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir