Seçmeli Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi 1
Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi

AÖL ÇAĞDAŞ TÜRK VE DÜNYA TARİHİ 1 – 3. ÜNİTE

AÖL SEÇMELİ ÇAĞDAŞ TÜRK ve DÜNYA TARİHİ 1 – 1. ÜNİTE ÖZETİ

AÖL SEÇMELİ ÇAĞDAŞ TÜRK VE DÜNYA TARİHİ 1 – 2. ÜNİTE

3. ÜNİTE SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ

3.1 İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI OLUŞAN YENİ GÜÇ DENGELERİNİN OLUŞUM SÜRECİNDE MEYDANA GELEN SİYASİ GELİŞMELER

3.1.1. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Küresel Güçler

Soğuk Savaş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra süper güçler olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri’nin silaha başvurmaktan kaçındıkları dönemdir. Soğuk Savaş bu ülkeler ve askerî müttefikleri tarafından desteklenen jeopolitik, ideolojik ve ekonomik savaş olarak tanımlanır. 1947’de başladığı kabul edilen bu dönem, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar devam etti. Taraflar askerî savaş ortamında direkt olarak karşı karşıya gelmekten sakınıp
korkutma, propaganda gibi kaynakların tamamını kullanarak birbirlerine üstünlük sağlamaya çalıştılar.

Dünyanın iki kutuplu hâle gelmesini hazırlayan nedenlerden bazıları şunlardır:

ABD
(BATI BLOKU)
SSCB
(DOĞU BLOKU)
• ABD, II. Dünya Savaşı sonrasında Monroe Doktrini’ni terk ederek Amerika kıtasının dışına yöneldi.• 1917 İhtilali sonrasında göreli güçsüzlük ilkesinin içine kapattığı SSCB, savaştan iki büyük devletten biri olarak çıktı.
• SSCB’nin komünist rejimini tehdit olarak gören Batılı ülkelerde, SSCB’ye karşı koyabilecek gücün ABD olabileceği düşüncesi hâkim oldu.• SSCB, savaş sonrası proleter (emekçi) ihtilal için dünya genelinde bir çabanın içine girdi.
• II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkilerde Avrupa’nın dışında da önemli stratejik merkezlerin
(Latin Amerika, Asya, Afrika gibi) ortaya çıkması ABD’yi bu merkezlerle ilgilenmeye yöneltti.
• II. Dünya Savaşı sırasında ABD, Avrupa’ya ciddi miktarda kuvvet yığmıştı. ABD, savaş sonrasında SSCB’nin güven veren tutumundan dolayı Avrupa’daki güçlerini geri çekti. Bu durum SSCB’ye Avrupa’da hareket alanı açtı. Bu ortamda SSCB komünist ideolojisini tüm Avrupa’ya ve dünyaya yayabilecekti. SSCB kendisine hareket alanı gördüğü Avrupa-Orta Doğu-Asya istikametinde genişlemeye ve müttefikler bulmaya başladı.
• II. Dünya Savaşı’nda üstünlüğün ele geçirilmesinde en belirleyici unsurlardan biri hava gücü oldu. Savaş sonrasında havacılık alanında (uzay, uçak, füze gibi) iki devlet (ABD-SSCB) ön plana çıktı.
• II. Dünya Savaşı’ndan önce dünya siyasetine yön veren İngiltere ve Fransa’nın zayıflaması Almanya, İtalya ve Japonya gibi ülkelerin yenilmesi dünya liderliğini iki devlete (ABD-SSCB) bıraktı.
• II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası üstünlüğü belirleyen argümanlardan biri olan ekonomik gelişmişlik, dünya siyasetine yön verdi. Dünyada bu yeterliliğe sahip iki devlet (ABD-SSCB) ön plana çıktı.

İki kutuplu hâle gelen dünyada bloklar tarafından atılan siyasi ve ekonomik adımlar şunlardır:

Batı Bloku’nda ABD Liderliğinde Atılan Siyasi ve Ekonomik AdımlarDoğu Bloku’nda SSCB Liderliğinde Atılan Siyasi ve Ekonomik Adımlar
Truman Doktrini (1947)
• Amaç, komünist tehdide karşı yardıma muhtaç devletlere ekonomik ve askerî yardımda bulunarak komünizmin
yayılmasını engellemekti.
Kominform (1947)
• SSCB, uydu ülkeleriyle bağını güçlendirmek ve ABD’nin ortaya koyduğu Truman Doktrini ve Marshall
Planı ile mücadele etmek amacıyla Kominformu kurdu.
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) (1957)
• AET; malların, iş gücünün, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak pazarın kurulmasını ve
sonrasında siyasi birliğin sağlanmasını amaçlamıştır. Birliğin adı 1992’de Avrupa Birliği olarak değiştirilmiştir.
COMECON (1949)
• SSCB, ABD’nin Marshall (Marşal) Planı’na karşı komünist ülkelerin ekonomik dayanışmasını sağlamak
için COMECON’u kurdu.
NATO (1949)
• SSCB ve komünizmin Avrupa’daki yayılışını engellemek için ABD öncülüğünde savunma amaçlı kurulan
birliktir.
Varşova Paktı (1955)
• SSCB, komünizme karşı en ciddi cepheyi oluşturan NATO’nun etkinliği ve silahlı gücünü tehdit olarak
gördü ve Varşova Paktını kurdu.
Marshall Planı (1947)
• ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın (Corc Marşal) 1947’de hazırladığı plana göre aralarında Türkiye’nin
de olduğu 16 Avrupa devleti, kendi içinde bir ekonomik plan hazırlayıp uygulayacak, eksik kalan alanlarda ise ABD yardımda bulunacaktır.
Molotof Planı (1947)
• ABD’nin Marshall Planı’nı uygulamaya koymasıyla Sovyet karşıtı Avrupa ülkelerinde mali alanda bir
iyileşme yaşandı. Bu gelişmeler üzerine SSCB, COMECON ülkelerine ekonomik yardımda bulunacak ve
üye ülkeler arasında ticaretin geliştirilmesini sağlayacaktır.

3.1.2. Berlin Buhranı

ABD, SSCB tehdidine karşı Truman Doktrini ve Marshall Planı’nı devreye soktu. Ardından 1948’de on altı Avrupa devletinin bir araya gelmesiyle Avrupa İktisadi İş Birliği Teşkilatı ve yine aynı yıl içerisinde altı Avrupa devletinin
katılımıyla Batı Avrupa Birliği kuruldu. Devamında ise Avrupa ve Amerika’nın iş birliği ile 1949’da NATO kuruldu.

1948 yılının en önemli çekişme konusu Berlin oldu. Doğu Almanya topraklarında kalan Berlin’e, SSCB işgal bölgesinden geçilerek gidiliyordu. Bu durum diğer ülkeleri memnun etmekle birlikte SSCB’yi rahatsız ediyordu. Bu geçişler SSCB’ye karşı ABD’nin güç gösterisine dönüştü.

Savaş sonrasında Almanya’yı dörde bölerek hata yaptığını anlayan İngiltere, Fransa ve ABD yönetimleri, 23 Mayıs 1949’da Federal Almanya Cumhuriyeti (Batı Almanya) adıyla demokratik ve bağımsız bir devletin kurulmasını sağladı.

SSCB, kendine kalan bölgede Ekim 1949’da Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni (Doğu Almanya) kurdu. Kasım 1949’da aynı durumu Berlin şehrinde de uygulamaya koyarak komünist belediye meclisini oluşturdu. Batı Berlin’de de farklı bir yapılanmaya gidildi. Böylece Berlin şehri resmen bölünmüş oldu. Bu gelişmeler, II. Dünya Savaşı’nda oluşan Müttefik Blok’un çöktüğünün ve dünyanın Doğu-Batı olarak ikiye ayrıldığının en bariz göstergeleri oldu.

İlk olarak dinî ve siyasi sebeplerle oluşturulan Haçlı Seferleri ile bu birlik önemli oranda sağlandı. İslam dünyasına karşı belli bir başarı da elde edildi. Birleşik Avrupa fikri, Pierre Dubois (Piyer Dübua) adlı Fransız hukukçunun “Kutsal Toprakların Kurtarılışı” adlı eserinde (1306) savunduğu Avrupa’nın Papa inisiyatifinde, Fransa önderliğinde birleşmesi fikridir. Pierre Dubois ortak dava adına ortak hukuk, ortak entegrasyon, ortak güvenlik gibi konuları öne çıkararak modern Avrupa Birliği’nin temellerini âdeta yüzyıllar öncesinden attı.

Batı Avrupa, emek ve sanayicilerin dağılımının yapılabileceği tek pazar hâline getirilmeliydi. Bu süreç kömür ve çelik sanayilerini bütünleştirme ile başladı. 1950’de ortaya çıkan Schuman Planı, Kömür ve Çelik Birliğini oluştururken Fransa ile Almanya arasındaki ilişkilerde de gelişme görüldü.

Fransa, Almanya, İtalya ve Benelüks ülkeleri (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) 1952’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu (AKÇT) kuran Paris Antlaşması’nı imzaladı. Bu altı ülke, 1957’de daha da ileri giderek Roma Antlaşması’nı
imzalayarak 180 milyon insanı kapsayan Avrupa Ekonomik Topluluğunu (AET) ve 1967’ye kadar ayrı bir örgüt olarak işlev gören Avrupa Atom Enerjisi Topluluğunu kurdu. 1967 Brüksel Antlaşması ile üç örgüt Avrupa Topluluğu
(AT) adı altında birleştirildi. 1992 Maastricht (Mastrikt) Antlaşması ile örgütün adı Avrupa Birliği (AB) olarak değiştirildi.

Türkiye AB’ye 1959’da üyelik için resmen başvurdu. 1963 Ankara Antlaşması’nı ve 1973 Katma Protokolü’nü imzaladı. 1987’de tam üyelik başvurusunda bulundu. 1996’da da Gümrük Birliğine dâhil oldu. Türkiye, 1999 Helsinki Zirvesi
ve 2005 tam üyelik müzakerelerine rağmen AB’ye alınmadı. Ekonomik ve demokratik açıdan zayıf olan birçok Avrupa ülkesinin birliğe alınıp Türkiye’nin bekletilmesi, birliğin içindeki tüm devletlerin Hristiyan olması, AB’nin kimliğini sorgulanır
hâle getirdi.

3.2 ASYA VE AFRİKA’DAKİ SÖMÜRGECİLİK FAALİYETLERİ VE BAĞIMSIZLIK MÜCADELELERİ ÇERÇEVESİNDE MEYDANA GELEN OLAYLAR

3.2.1. Avrupa Sömürgeciliğine Karşı Başkaldırı

XX. yüzyılın başlarında zirveye çıkan sömürgecilik, II. Dünya Savaşı sonrasında bitme noktasına geldi. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri Asya ve Afrika’da olgunlaşan milliyetçi hareketler 1929 Ekonomik Buhranı’yla güçlendi ve 1945’ten sonra sömürge konumundaki ülkeler bağımsızlıklarını kazanmaya başladı.

Avrupa’da eğitim alan sömürge halklarının seçkinleri, milliyetçilikle demokrasiyi öğrenmiş olarak bağımsızlık talebinde bulundular. Mahatma Gandi, Suharto, Ho Şi Min gibi liderler toplumsal hareketlere yön verdi.

1945’ten 1965’e kadar Avrupa’nın Asya, Afrika ve Endonezya’daki hemen hemen tüm sömürgeleri bağımsızlıklarını kazandı. Onları 1970 ve 1980’lerde diğer sömürgeler izledi ve Britanya’nın 1999’da Hon Kong’u Çin’e devretmesiyle sömürge çağı simgesel olarak sona erdi.

3.2.2. Hindistan ve Pakistan

20. yüzyılda İngilizleri bölgeden atmak için Hint halkının direnişine Mahatma (Büyük Ruh) Gandi önderlik etti. 1869’da dünyaya gelen Gandi, Hint millî hareketinin 1919-1948 yılları arasındaki lideri oldu.

1894’te Hintlilerin oy verme hakkını elinden alan düzenlemeye karşı geliştirdiği satyagraha (gerçeğe adanma) ile kendine göre yanlışlara karşı çıkmaya başladı. Şiddet içermeyen mücadelesi yedi yıl sürdü ve sonunda Güney Afrika yönetimiyle 1914’te anlaştı. Bu mücadelesinden sonra 1915’te Hindistan’a döndü.

Gandi, ‘Eğer zalimlere karşı, zalimlerin usullerini kullanırsak onlardan farkımız kalmaz.” diyordu. 

İngiliz sömürgesi olan Hindistan, bağımsızlığını kazanmak amacıyla I. Dünya Savaşı’nda İngiltere’ye 985 bin asker verdi. Savaş son- Görsel 3.7: Mahatma Gandhi rası İngiltere, Hindistan’a vadettiği hakları vermedi. Gandi, Ahmedabad’a yerleşti ve Hint halkının kendi kendini yönetmesi yönünde fikirlerini yaydı. İngilizlerin yaptığı uygulamalara karşı pasif direniş başlattı. Gandi, çıplak vücuduna bir beyaz bez sarıp, sadece keçi sütü ile beslenerek pasif direnişini sürdürdü.

1919’da bağımsızlık hareketinin ve Kongre Partisinin başına geçen Gandi, halk desteğini kazandı. Gandi bu süreçte defalarca hapse atıldı. 1924’te hastalanınca öleceği düşünülerek serbest bırakıldı. 1928 Kalküta Kongresi’nde, Hindistan için Dominyon (İngiliz uluslar topluluğuna üye olan bağımsız ülkeler) statüsü talebinde bulundu. İsteğinin kabul edilmemesi durumunda tam bağımsızlık için ulusal direniş mücadelesine girişeceğini bildirdi. Gandi, mücadelesinde Hindu-İslam birliğini ve ahimsayı (şiddetten kaçınma) savundu. 1930’da İngiltere’nin Hindistan’da uyguladığı tuz vergisini protesto etmek için “Tuz Yürüyüşü”nü gerçekleştirdi. 1931’de İngiltere ile anlaşarak sivil itaatsizlik mücadelesini sona erdirdi
ve Londra’ya giderek Yuvarlak Masa Konferansı’na katıldı. Hindistan’a döndüğünde karışıklıkların yaşanması ve hapse atılması çözüme dair umutları söndürdü.

Aynı zamanda Kongre Partisi bir Hindu partisi özelliği kazandı. 1906’da kurulan Müslüman Ligi Partisi, ülkede yaşayan Müslümanların ayrı bir bağımsız devlet olmaları yönünde faaliyette bulundu. Muhammed Ali Cinnah (1876-
1948) bağımsızlık sürecinde örgütün ve ülke Müslümanlarının lideri olarak Kongre yönetimi ile çatışma içine girdi.

1945, İngiliz yönetiminin büyük güçlüklerle karşı karşıya kaldığı bir yıl oldu. 1945’te Kongre Partisi ile Müslüman Birliği arasında bir yakınlaşma oldu. İngiltere 3 Haziran 1947’de, İngiliz-Hint İmparatorluğu’nun Hindistan ve Pakistan olarak iki
ayrı ülkeye bölünmesinin planlandığını duyurdu. 15 Haziran 1947’de gece yarısı Pakistan ve Hindistan bağımsızlıklarını resmen ilan etti. Pakistan Devleti, toprakları Hindistan’ın doğu ve batısında birbirinden 1800 kilometre
uzaklıkta iki bölge üzerinde kuruldu. Doğu Pakistan 1971 yılında Pakistan’dan ayrılarak Bangladeş adıyla bağımsızlığını ilan etti. 

Gandi, 30 Ocak 1948’de Delhi’de Müslümanlara olan sıcak ve barışçıl yaklaşımından hoşlanmayan Nathuram Godse adlı Hindu bir fanatik tarafından öldürüldü. Gandi, ölümüyle arkasında tarihin en etkili sonuç alma yöntemlerinden olan sivil itaatsizliği ve şiddetsiz eylem tarzını bıraktı.

3.2.3. Emperyalist Devletlerin Afrika’daki İnsan Hakları İhlalleri

Fransa’nın Cezayir’i İşgali

Osmanlı egemenliğinde dayılar (valiler) tarafından yönetilmekte olan Cezayir, 1830’da Fransa’nın işgaline uğradı. Ülkedeki Fransız yönetimine ve onun uygulamalarına karşı yaşanan ayaklanmalar, Fransa tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu isyanlardan 1871’de yaşanan Muhammed el Mukrani İsyanı, diğerlerine nazaran daha etkili olmuş fakat kanlı bir şekilde bastırılmış ve binlerce insan katledilmişti. 

1926’da kurulan Kuzey Afrika Yıldızı Partisi bağımsızlık düşüncelerini dile getirince 1937’de kapatıldı. Abdülhamid Bin Badis’in önderliğinde 1931’de kurulan Cezayirli Müslüman Alimler Cemiyetinin uyanışta büyük bir etkisi oldu. Bin
Badis, görüşlerini “Dinimiz İslam, dilimiz Arapça, vatanımız Cezayir.” sloganlarıyla dile getirdi. 

5 Ağustos 1945’te Cezayir’de yapılan törenlere katılanların Cezayir bayrağı taşımaları üzerine işgal kuvvetleri, gerçekleştirdikleri silahlı saldırıda tank ve savaş uçakları kullandılar. Yaşanan olaylarda en az 40 bin Cezayirli hayatını kaybetti. 1945’teki Setif Katliamı, Cezayirliler tarafından soykırım olarak anılmaktadır.

1 Kasım 1954’te bir bildiriyle halk silahlı ayaklanmaya çağrıldı ve işgale karşı silahlı mücadele başlatıldı. Önce Avles ve Kabiliye’de başlatılan silahlı mücadele çok kısa sürede 30 şehirde koordineli ve eş zamanlı olarak yayıldı.
Ayaklanmanın merkezîleştirilmesi amacıyla Ulusal Kurtuluş Ordusu adında bir teşkilat oluşturuldu.

1955’te olağanüstü hâl ilan edildi. Cezayir’in her yerinde çok sayıda insan öldürüldü. Cezayir olayı Bandung Konfransı ile uluslararası platforma taşındı. Ayrıca Birleşmiş Milletler gündeminde de yer aldı.

Cezayir’de 1 Kasım 1954’te başlayan ayaklanma, Fransa’da iktidara gelen De Gaulle’ün (Dö Gol) 1962’de Evian Antlaşması’nı imzalayarak Cezayir’in bağımsızlığını tanımasıyla son buldu. Yeni kurulan devlet Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti adını aldı.

Güney Afrika

Güney Afrika’da nüfusun %20’sini oluşturan beyaz azınlık, büyük çoğunluğu yerli olan siyahi halk üzerinde ırk ayrımcılığını [apartheid (apartheyd)] esas alan bir terör yönetimi sergiledi. Ekonomi, eğitim ve politikayı kendi tekelinde tutan beyaz yönetim siyahi insanları dışladı. En küçük suçlar bile en ağır şekilde cezalandırılmaktaydı. Madiba lakabıyla anılan Nelson Rolihlahla Mandela [Nelsın Rolilala Mandela ], bu şartlardaki bir ülkede verdiği mücadele ile Güney Afrika’nın seçimle iktidara gelen ilk siyahi devlet başkanı oldu.

Mandela, lise eğitiminden sonra Fort Hare Üniversity College’de (Fort Heyr Yunivörsiti Kolej) okurken öğrenci boykotunu organize ettiği gerekçesiyle okuldan uzaklaştırıldı. 1942’de Witwatersrand (Vitvatırsitrend) Üniversitesinin hukuk bölümünü bitirerek ülkenin ilk siyahi avukatı oldu. Irk ayrımına karşı yerli halkın kurduğu Afrika Millî Kongresi’ne katıldı (1944) ve kısa zamanda kongrenin Gençlik Birliğine başkan seçildi. Siyahların kurtuluş hareketinin liderlerinden biri oldu (1948).

Güney Afrika’nın beyaz yönetimi tarafından ömür boyu hapisle cezalandırıldı (1964). Mandela bu tutumuyla ırk ayrımına karşı mücadele eden Afrikalı siyahların sembolü oldu. Mandela, Güney Afrika’da Robben (Robbın) Adası’nda (Fok
Adası) 27 yıl hapis kaldı. 1980’li yıllarda ırkçılığa karşı mücadelenin bütün dünyada yoğunlaşması üzerine adı duyuldu. 1990’da devlet başkanı De Klerk (Dö Klerk) tarafından serbest bırakılmasına, Güney Afrika siyahlarının yanında birçok beyaz da sevindi. Mandela’nın “Mücadele benim hayatımdır. Hayatımın sonuna kadar siyahların bağımsızlığı için mücadele edeceğim.” şeklinde ifade ettiği sözleri, halk arasında onu bayraklaştırdı.
1990’da hapisten çıkınca demokratik bir Güney Afrika kurulması için çalışmıştır. Afrikalılar, Mandela’yı bir özgürlük savaşçısı olarak kabul etmişlerdir. 1994 seçimlerini kazanarak ülkenin ilk siyahi cumhurbaşkanı olmuştur.

3.2.4. Orta Doğu’da Baas Rejimleri

İdeolojik Yapı ve Olgunlaşma

Suriye ve Irak’ta 1950’li yıllardan itibaren kendini hissettiren fakat iktidarı 1960’lı yıllarda ele geçiren Arap Baas Sosyalist Partisi, Arap milliyetçisi ve Marksist olan Salah Bitar ve Mişel Eflak tarafından 1943’te kuruldu. Baas, Suriye milliyetçiliğinden ziyade Arap milliyetçiliğini esas aldı. Programında Suriye, Irak, Filistin ve Ürdün’ü bir araya getirmeyi hedefleyen Büyük Suriye projesi vardı.

Baas ideolojisinin sosyalizme yakınlığı, bu ülkelerdeki tarihî yaşanmışlıkların bir sonucudur. Emperyalist Batı’ya olan karşıtlık, Suriye ve Irak’ı Sovyetler Birliği’ne yakınlaştırmıştır. Parti, enerjisini Panarabizmden almıştır.

İktidara Giden Baas

1958’de Suriye ile Nasır liderliğindeki Mısır arasında Panarap idealinin ilk somut adımı atılarak Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) kuruldu. Irak, bu duruma Ürdün ile Arap Federal Birliğini kurduğunu duyurarak karşılık verdi.

BAC’ın kuruluşu, Hafız Esad’ın başını çektiği Baasçı subayların 1959 yılının sonuna doğru istifasına yol açtı. Suriye’nin 1961’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılmasıyla birlik dağıldı. Baas, ilk kez 1963’te Irak’ta yapılan askerî darbeyle iktidar oldu fakat bu ilk deneyim uzun sürmedi ve dokuz ay sonra karşı darbe yaşandı. Beş yıllık bir mücadelenin sonunda Irak’ta 35 yıl sürecek Baas rejimi, 1968’de iktidara geldi. 

1970’teki darbe sonrası Hafız Esad, 1971’deki halk oylamasıyla ülkenin ilk Nusayri devlet başkanı oldu. Baas, iktidara gelmesiyle yönetim kademesindeki Sünni ağırlığını ortadan kaldırmak için büyük tasfiye hareketine girişti. 1970’li yıllar, Suriye’de Esad’a karşı muhalefetin örgütlenmesinin hızlandığı yıllar oldu. Bunlar içinde en geniş taraftarı olan Müslüman Kardeşler 1982’de Hama’da ayaklandı. Çeşitli kaynaklara göre bu olaylar esnasında hükûmet güçleri 10 bin ila 25 bin insanı öldürdü.

Hafız Esad’ın 2000’de ölümü üzerine yapılan referandum sonucu Beşar Esad devlet başkanı oldu. Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler bu dönemde gelişme gösterdi. 2009’da karşılıklı olarak vizeler kaldırıldı ve Yüksek Düzeyli Stratejik İş Birliği Konseyinin kurulmasını öngören antlaşma imzalandı. Tunus, Mısır ve Yemen’de iktidar değişikliğine yol açan Arap Baharı 2011 Mart’ında Suriye’de de başladı. 30 Aralık 2011 tarihi itibarıyla Türkiye ile Suriye arasındaki iş birliği askıya alındı.

Saddam’ın laik Arap milliyetçiliğine dönüşen katı rejiminin laik yönü Şiileri, Arap milliyetçiliği yönü ise Kürtleri rejime düşman bir tutum sergilemeye yöneltti. Suriye ve Irak’taki Baas rejimlerinin ortak paydası, etkin bir muhalefete izin verilmeyen tek partili otoriter rejim olmalarıydı.

Suriye; kendisinden koparılmış olarak gördüğü Lübnan, Ürdün, Filistin ve Hatay’ı da kapsayan Şam merkezli Büyük Suriye’yi Panarap idealinin ön şartı olarak gördü. Irak ise Arap birliğinin Bağdat merkezli ve Basra eksenli bir alanda gerçekleşebileceğini düşünerek Kuveyt, Mezopotamya, Şattü’l Arap ve İran’ın Huzistan bölgelerini de kapsayan Büyük Irak idealini aynı hedefin ön şartı olarak gördü.

Saddam ve Hafız Esad dönemleri; siyasal yapıdan orduya, ekonomi politikalarından sosyal dönüşüme kadar birçok alanda benzerlikler gösterdi. Fakat aralarında yaşanan rekabet ve çıkar çatışması, iki ülkeyi birbirinden uzaklaştırdığı gibi Baasçılık ve Panarap idealinin içinin boşalmasına da sebep oldu.

3.2.5. Atatürk Önderliğindeki Türk Millî Mücadelesi’nin Bağımsızlık Mücadelesi Veren Milletlere Etkisi

Mustafa Kemal’in Anadolu’da emperyalistlere karşı başlattığı Türk Millî Mücadelesi, XX. yüzyılda emperyalizme ilk büyük darbeyi vurmuştur. Mustafa Kemal; Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ve savaş sonrası gerçekleştirdiği siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal alanlardaki inkılap hareketleriyle geri kalmış ve sömürge durumundaki milletlere örnek teşkil etmiştir.

Millî Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal, Türk milletinin giriştiği mücadeleyi tanımlarken “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Bütün Doğu’nun davasıdır ve bunu nihayete erdirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin kendisiyle birlikte yürüyeceğinden emindir.” demiştir (1922). 

Bu etkinin Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan geniş İslam dünyasında ve birçok Afrika ülkesinde ne kadar derin olduğu, bu toplumların bağımsızlıklarına kavuştukça Atatürk’e hayranlıklarında görülür. Tunus’ta Habib Burgiba’nın, Mısır’da 1952’de krallığı deviren Genç Subaylar Hareketi üyelerinin, Endonezya’da Sukarno’nun açıklamaları bunu göstermektedir. Bunların dışında Hindistan’da Gandi, Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah, Cezayir milliyetçileri, Afrika ve Asya’nın diğer mazlum milletleri için Atatürk yol gösterici bir örnek olmuştur.

3.2.6. Sömürgeciliğin Afrika’daki Siyasi ve Ekonomik Etkileri

II. Dünya Savaşı sonrası Afrika’da yeni kurulan devletler bir taraftan önceki sömürge yapısını, idare kadrolarını, adli kurumlarını muhafaza ederken bir taraftan da parlamenter demokrasinin hâkim olduğu rejimler kurdular. Kısa süre sonra bu ülkelerdeki yönetimler yerlerini askerî diktatörlüğe, tek partiye dayalı ve muhalefetin saf dışı edildiği güdümlü demokrasilere bıraktı.

Afrika toplumu, Avrupa’nın yüzyıllar boyunca geliştirdiği kurumlara sahip değildi. Halklar; köyle, klanla, etnik yapıyla sınırlı bir çerçevede yaşıyor ve gruba ait olmayanı düşman olarak görüyordu. Yeni kurulan devletlerdeki zayıf birlikteliği etnik azınlıklar ve kabile grupları daha da zayıflatıyordu.

Afrika’da ulusları adına bireysel zenginlikten feragat eden ahlaklı insanlar, dış güçler ve iş birlikçileri tarafından öldürüldü. Kongolu Patrice Lumumba [Petris Lumumba], Mozambikli bağımsızlık önderi Eduardo Mondlane (Edvard Mandleyn) buna örnek olarak verilebilir.

Afrika kıtasındaki bağımsızlık mücadeleleri II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir hız kazandı. Özellikle İngiltere ve Fransa’nın II. Dünya Savaşı sonrası güçlerini kaybetmeleri, bölge üzerindeki hâkimiyetlerini kaybetmelerine neden oldu. 1951’de Libya İtalya’dan, 1956’da da Tunus ve Fas Fransa’dan ayrılarak bağımsızlığını kazandı. 1957’de Gana, Sahraaltı Afrika’sında bağımsızlığını kazanan ilk devlet oldu.

Portekiz‘in Sahraaltı Afrika’dan çekilmesi 1975’e kadar sürdü. Rodezya, 1965’te İngiltere’den ayrılarak bağımsızlığını kazandı. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki Aparthaid Rejimi ise 1994’e kadar sürdü.

3.3 SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ’NDE DÜNYADA MEYDANA GELEN EKONOMİK, SOSYOKÜLTÜREL VE BİLİMSEL GELİŞMELER

3.3.1. İş Hayatında Kadınlar

Savaş sonrası orta sınıfın eğitimli kadınları kendilerine biçilen rollerden hoşnut olmadı. Simone de Beauvoir (Simon dö Bavuar) kadının rolünü doğanın değil yasaların, gelenek ve ön yargıların belirlediğini ifade etti. 1960’lı yıllarda düşünce yapısında değişimler yaşanmaya başladı. Bu dönemde birçok kadın hareketi doğdu. 1966’da Amerikalı Betty Friedan’ın (Beti Firidın) kurduğu National Organization For Women [Neşınıl Organizeşın For Vumın (NOW)] bir baskı grubu olarak ortaya çıktı. Bu gruplar iş, maaş eşitliği, doğum kontrolü gibi konularda geleneksel düşüncenin dışına çıktılar. Eğitim düzeyi artan kadınlar, siyasal ve sendikal mücadelede aktif rol oynayıp cinsiyete dayalı her türlü ayrımcılığa karşı çıktılar.

3.3.2. ABD Ekonomik Politikalarının Para Piyasalarına Etkileri

1944 yıllarında yapılan görüşmeler sonucunda ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde uluslararası para sistemi olarak Bretton Woods (Bırettın Vuds) sistemi kuruldu. Buna göre ABD’nin Washington kentinde Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası kurulduYeni oluşturulan uluslararası para sistemi ile ABD doları dünyada temel para birimi hâline geldi.

Avrupa’nın yeniden imarı ve kalkınması hususunda IMF kredileri yeterli olmadığı için ABD, Marshall Planı ile Avrupa ülkelerine yardıma başladı fakat ABD’nin ödemeler bilançosu 1950’lerin başlarında ilk kez açık verdi. 1958’e gelindiğinde
dünyada artık dolar kıtlığı değil, dolar bolluğu sorunu ortaya çıkmıştı.  Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya, 1960’larda ekonomik olarak güçlenince sahip oldukları doları FED’de [Federal Reserve Bank (Federıl Rizörv Benk)] altına
çevirmeye başlamışlardı. Böylece savaş zamanında altın stoklarında yaşanan kaybı telafi ederek altın rezervlerini büyütmeyi hedeflediler.

1960’lı yıllarda uluslararası para piyasalarındaki buhranlar giderek arttı. Yaşanan enflasyon sonucunda para birimleri değer kaybına uğradı, ekonomik istikrar da darbe aldı. Örneğin 1964’ten beri sarsılan İngiliz sterlini 1967 yılında %14,3 oranında devalüe (değer kaybetmek) edildi. Bu süreçten sonra Fransız frankı da baskı altına girerek 1969’da devalüe edildi.

AET ülkelerinin de ulusal paralarını dolar karşısında dalgalanmaya bıraktıklarını ilan etmesiyle Bretton Woods sistemi yıkıldı.

3.3.3. Kentleşmenin Ortaya Çıkardığı Sorunlar

Soğuk Savaş Dönemi’nde ekonomide, ulaşımda, haberleşmede ve teknolojideki hızlı gelişmelerle bilgi ve enformasyon çağına girildi.  Irkçı yaklaşımlar ve sosyal ayrımcılığın sonucu olarak bu mahallelerde güvensizlik ortamı hâkim oldu. Şehir merkezlerini güvenli bulmayan zengin kesimler müstakil evlerin bulunduğu banliyölere (yörekent) yöneldiler. Onları fabrika ve idare merkezleri takip etti. Bu bölgelerin aşırı derecede büyümesi bazı şehirlerde [Boston (Bastın), New York, Philadelphia (Filedelfiya), Washington] metropol olarak tanımlanacak oluşumlara yol açtı.

II. Dünya Savaşı sonrası, savaştan kaçma ya da hayat standartlarını artırma isteği gibi sebeplerle üçüncü dünya ülkelerinden Batı şehirlerine göçler yaşandı. İktisadi ve sosyal şartlar göçmen işçilerin bir arada bulundukları, kısmen kapalı ve getto olarak adlandırılan mahallelerde yaşamalarına neden oldu. Bunun yanında bu büyük yerleşim alanlarında belediye sınırlarının kâğıt üzerinde kalması, metropol içindeki koordinasyon bozukluğunun verimi düşürmesi, hizmetlerin yetersizliği varoşların oluşum sürecini başlattı.
Kentleşme ile geleneksel insan ilişkileri tamamen farklılaştı. Çekirdek aile yapılarında parçalanma, doğum oranlarında düşüş, dinî değerlerde gevşeme görüldü. Kalabalık ve gürültülü ortamlar şiddet ve suç kavramlarının yaygınlaşmasına sebep oldu.

3.3.4. Sanatın Kitleler Üzerindeki Etkisi

Müzik

1960’ların ABD’sinde nüfusun neredeyse yarısı henüz 25 yaşında değildi. Tüketimi cazip hâle getiren reklamlar ve televizyon, bu genç kitleye dünyanın kapılarını açtı. Ailevi sorumluluğu olmayan, gelecek için endişe taşımayan bu gençler dünyayı sorgulamaya başladılar. Tepkiler ilk olarak Beatniks (Bitniks) Grubu ile ortaya çıkmaya başladı. Beatniks Grubu ailelerin reddettiği her şeyi benimsedi. Amerikan hayat tarzını reddeden bu grup daha ziyade siyahilerin yaptığı müzikten esinlenmiş yeni bir müziği, rock and rollu (rakınrol) oluşturdu. 1956-1958 yılları arasında eserleri yorumlayış tarzıyla Elvis Presley [Elvis Prizliy] bazıları tarafından putlaştırılırken bazıları tarafından da gençliği bozmakla suçlandı.

Beatniks Grubu’ndan sonra 1963’e doğru Kaliforniya’da, tüketim toplumunun reddedilişini daha ileri boyutlara götürecek olan hippi hareketi doğdu. Barışa ve şiddet karşıtlığına dayanan bu grup düşüncelerini büyük ölçüde müzik yoluyla aktardı. Beatles (Bidıls), Joan Baez (Coan Bayez), Janis Joplin (Cenis Coplin), Bob Dylan (Bob Dilın) bu dönemin sözcüleri oldu.

Sinema

1960’larla birlikte ABD’nin Vietnam’daki direniş karşısında başarısız olması, siyahların yurttaşlık haklarıyla ilgili sürdürmüş oldukları mücadele, kadınların feminist harekete katılımlarında görülen artış, gençlik ve sol hareketler tüm dünyada olduğu gibi Amerika’da da etkili oldu.

Amerikan sinemasının sık sık başvurduğu Amerikan rüyasının yeniden uyandırılmasına karşı yabancılaşılmış ve bunun hiç de doğru olmadığının ileri sürüldüğü bir döneme girilmiştir.  Arthur Penn’den (Artur Pen) “Küçük Dev Adam”, Robert
Altman’dan (Rabırt Eltmın) “Cephede Eğlence” ve “Mc Cabe and Mrs. Miller” (Mek Keyb end Misıs Milır), Mike Nichols’dan (Mayk Nikols) “Aşk Mevsimi” önemli bir yere sahiptir.
Robert Altman, Mc Cabe and Mrs. Miller’de Amerika’nın Vietnam Savaşı’na eleştirel gözle bakmış, savaşı ahmakça ve insanlık dışı göstermiştir. 1971’den itibaren Amerikan sinemasında muhafazakâr yönetmenler geleneksel, toplumsal kurumların ve değerlerin yeniden inşası noktasında önemli görevler üstlenmişlerdir.

Resim

II. Dünya Savaşı sonrası New York, Paris’in elinden Batı sanatının başkenti unvanını aldı. Chagall (Çıgal), Ernst (Örnst), Lipehitz (Lipçits), Masson (Messin) gibi birçok tanınmış sanatçı Avrupa’dan Amerika’ya göç etti. 

Savaş sonrası soyut ekspresyonizm, tuvalin ve renklerin kullanımında ortak özellikler barındıran sanatçıları bünyesine katmıştı.  Bu hareket kendi içerisinde iki temel eğilime ayrıldı. Birinci akım Harold Rosenberg (Herıld Rosınberg) tarafından ortaya konulan  ve Jackson Pollock’un (Görsel 3.26) katkı sağladığı Action Painting Hareketi’ydi. İkinci akım, lirik ve düşünceye dayalı anlayıştan esinlenilmiş Color Field Painting’di (Kalır Fiyıld Peyinting). Bu akım 50’li yılların
başında soyut sanatın zirvesi oldu.
ABD’de soyut ekspresyonizme tepki olarak pop sanatı, op sanatı ve hiperrealizm gibi akımlar doğdu. 1955-1965 yılları arasında etkileri görülen pop sanatının temsilcileri Roy Lichtenstein, Andy Warhol (Endi Varhol), Claes Oldenburg (Kıleys Oldınbörg), şehirden etkilenen gerçekçi ve figüratif bir sanatı ortaya koydu. Bu akım halk kültüründen ve tüketim toplumundan beslenmekteydi.  Richard Vasarely’nin (Riçırd Vesırıli) temsil ettiği sinetik sanat büyük bir dikkat ve özen gerektirmekteydi. 1970’li yıllarda Amerika’da ortaya çıkan figüratif realizm pop ve sanayi toplumunun imaj ve nesnelerini eserlerinde işledi.

3.3.5. Soğuk Savaş Dönemi’nde Spor Organizasyonları

II. Dünya Savaşı sonrası birbirleri ile mücadele içerisinde olan iki süper güç (ABD-SSCB) çeşitli nedenlerle karşı karşıya geldi (Küba Füze Krizi, Berlin Buhranı). Bu iki süper gücün yarış içerisinde olduğu ve propaganda aracı olarak kullandığı alanlardan biri de spor karşılaşmalarıydı.

Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında Akdeniz Olimpiyatları yapılmaya başlandı (1951). 1955-1956 sezonundan itibaren Avrupa Futbol Şampiyon Kulüpler Kupası (UEFA) düzenlenmeye başlandı. İki blokun olimpiyatlardaki başarıları kendi sistem, teknoloji ve destekçilerinin başarısı olarak görülmekteydi.

Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC), 1948 Londra Olimpiyatları’nda savaş suçlusu olarak kabul ettikleri Almanya ve Japonya’yı oyunlara kabul etmedi. Dünya barışını sağlamaya yönelik olarak ilk kez 1952 Helsinki Olimpiyatları’nda, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği oyunlara davet edildi. SSCB atletlerinin diğer Doğu Bloku ülkeleri ile ayrı bir olimpiyat köyü kurması ve Batı’dan gelen atletlerden ayrı yerlerde bulunması Soğuk Savaş’ın oyunlara ilk yansıması
oldu. 1956’da Sovyetler Birliği işgali altındaki Macaristan ile Sovyetler arasındaki su topu karşılaşmasında çıkan kavga tansiyonu yükseltti. 1972 Münih Olimpiyatları’nda SSCB ile ABD basketbol takımları finalde karşılaştı. Bu maç, bir spor müsabakası olmasının ötesinde maçın son bölümü ve SSCB’nin altın madalyayı kazanmasıyla Soğuk Savaş’ın en önemli zaferlerinden biri olarak değerlendirildi.

Modern olimpiyat oyunları, çeşitli ve çok sayıda boykota da sahne oldu. Rusya’nın Macaristan’ı işgal etmesi üzerine 1956 Melbeurne (Melbörn) Olimpiyatları’nda Hollanda, İspanya ve İsviçre oyunları boykot etti. 1972 Münih Oyunları’nda IOC’nin Rodezya’yı oyunlara kabul etme kararı kırk Afrika ülkesinin boykotuna sebep oldu. 1979 yılının Aralık ayında SSCB’nin Afganistan’a saldırması üzerine Amerika Başkanı Jimmy Carter’ın (Cimi Kartır) da etkisi ile Amerika Millî Olimpiyat Komitesi, 1980 Moskova Olimpiyatları’na takım göndermeme kararı aldı. Buna karşılık olarak SSCB de 1984 Los Angeles ( Losencılıs) Olimpiyat Oyunları’nı boykot etti. SSCB ile on üç sosyalist ülkenin de boykot ettiği bu oyunlara sosyalist ülkelerden sadece Romanya katıldı. Bu uygulamalarla spor, açıkça siyasal bir araç olarak kullanıldı. 1988’de Seul’de yapılacak oyunları, yıllardır düşman olan Kuzey ve Güney Kore paylaşmak istedi. Çıkan anlaşmazlıklar sonucu Kuzey Kore, Etiyopya ve Küba; Güney Kore’yi boykot ederek olimpiyatlara katılmadı. Boykotlara zaman zaman Afrika ülkeleri işgal sebebiyle, Arap ülkeleri ise savaş sebebiyle katılmadı.

3.3.6. Soğuk Savaş Dönemi’ndeki Bilimsel Gelişmeler

II. Dünya Savaşı sonrası bilimsel alandaki büyük ilerlemelerde ABD’nin ağırlığı arttı. Teknik gelişmelerin temel alanlarından biri, siyasi ve sembolik öneminden dolayı nükleer enerji oldu. Nükleer fizikten doğan bilgiden ilk önce askerî alanda yararlanıldı. Amerika ve SSCB nükleer silah yarışının içinde oldu. Nükleer enerjinin sivil alanda kullanımı, elektrik üretimini sağladı. 1973’te yaşanan petrol krizi Batılı ülkelerin nükleer enerjiye verdikleri önemi artırdı. Fransa, Belçika, İsviçre ve Almanya gibi devletlerde nükleer enerjiye olan bağımlılık arttı.

Uzay

Amerikan-Sovyet yarışının yaşandığı uzay çalışmaları iki hedefe yöneldi. Bilimsel özellik taşıyan ilk hedefe keşif ve tedbirler egemendi. İkinci hedef ise uyduların gözlem amaçlı olarak yörüngelere oturtulmasıydı. Başlangıçta askerî amaçlı kullanılan bu teknoloji daha sonra iletişim ve meteorolojide kullanıldı. Ruslar 1957’de ilk yapay uydu olan Sputnik’i (yoldaş) yörüngeye yerleştirdi. Dört yıl sonra da Sovyet astronotlar, uzayda dünya çevresinde tur attılar. Sovyetler Sputnik’i propaganda aracı olarak kullanmakta gecikmedi. Dünyaya “komünizm ile yıldızlara” mesajı veriliyordu. Yuri Gagarin, 1961’de Rus roketi Vostok 1 ile uzaya gitmeyi başaran ilk insan oldu. 

ABD’de 1958 yılı Ekim ayında Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) kuruldu. Ruslara yetişme gayretindeki ABD’nin 1969’da Ay’a gönderdiği astronot Neil Armstrong (Neil Armsıtrong), Ay’a ayak basan ilk insan oldu. Armstrong Ay’a ilk ayak bastığında “Bir insan için küçük ama insanlık için büyük bir adım…” dedi.

DNA

1950 ve 1960’larda özellikle moleküler biyoloji alanında önemli bilimsel atılımlar yapıldı. 1973’te DNA’nın kimyasal yapısı çözülerek organik olayları kimyasal görünümlerine indirgeme yolundaki gelişmeler kaydedildi.
Biyoteknolojide sağlanan gelişmeler de tıbbi ve tarımsal yatırımın başlıca alanı oldu.

3.2 SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ’NDE TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA MEYDANA GELEN GELİŞMELER

1930’lu yıllara gelindiğinde Batı ile sorunlarını büyük oranda çözen Türkiye, “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesiyle kendi içinde ve dünyada barış ortamından yana tavrına devam etti. Bu süre içerisinde önceliğini çağdaşlaşmaya ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmeye ayırdı.

1933’te Almanya ve Japonya Milletler Cemiyetinden ayrılarak saldırgan bir politikaya yöneldi. Bu ülkelere İtalya’nın da katılması Türkiye için tehdit oluşturdu. Bu gelişme Türkiye için öncelikli dış tehdit algısını İngiltere’den İtalya’ya döndürdü. 1934’te Türkiye’nin girişimleriyle kurulan Balkan Antantı ve 1937’de kurulan Sadabat Paktı Türkiye’nin çevresinde bir güvenlik kuşağı oluşturma çabası idi. 1936’da imzalanan Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlar üzerindeki hâkimiyetimizin güçlendirilmesi de bu yönde alınan tedbirlerdendi.

Doğu Anadolu’dan toprak ve Boğazlar üzerinde hak talep eden SSCB, Türkiye’nin sert direnci ile karşılaştı. ABD, II. Dünya Savaşı sonrası Truman Doktrini ve Marshall Planı ile Türkiye’ye destek verdi.

3.4.1. Truman Doktrini ve Türkiye-ABD Yakınlaşması

ABD ile ilk olarak 1830’da kurulan iyi ilişkiler, Wilson İlkeleri’nin olumlu yönleri göz önünde tutularak Kurtuluş Savaşı yıllarında da devam ettirildi. ABD’nin 1927’de Ankara’da büyükelçilik açmasıyla ilişkiler üst düzeye çıktı. ABD’nin 1941’deki Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu ile Türkiye’ye yaptığı ilk yardımlar neticesinde ilişkiler daha da gelişti. Tüm bu gelişmelere rağmen ABD, Türkiye’ye her zaman mesafeli durdu. II. Dünya Savaşı sonrasında büyük yıkıma uğramış Avrupa’da komünizmin yayılması ABD’yi rahatsız etti. SSCB’nin Yunanistan’da komünistlere yardım etmesi ve Türkiye’den toprak talebinde bulunması ABD’nin özellikle Türkiye’ye karşı politikasını değiştirmesine neden oldu. Artık her fırsatta Türkiye’ye açıktan destek vermeye yönelen ABD, Başkan Truman’ın (Görsel 3.33) ortaya koyduğu Truman Doktrini ile bu politikasını somutlaştırdı.

Truman Doktrini 27 Mayıs 1947’de kanunlaşarak yürürlüğe girdi. Bu doğrultuda 12 Temmuz 1947’de Türkiye ile yardım antlaşması imzalandı. Bu antlaşma Türk-Amerikan ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası olurken daha sonraki dönemde yapılacak antlaşmaların da temelini oluşturdu.

İç Tehdit Algılamalarındaki Bazı Değişimler

• Muhalefet iç tehdit olmaktan çıktı ve İsmet İnönü’nün demokrasi yönündeki demeçleri yoğunlaştı.
• 1947’de liberal görüşlere sahip Hasan Saka Hükûmeti kuruldu.
• ABD ile olan yakınlaşma neticesinde Türkiye’de Batı tarzı demokrasi gelişti.
• Türk toplumunda geniş yer bulan ABD sempatizanlığı, Türk toplumuna yön verdi.
• En tehlikeli iç tehdit unsurlarından biri olan irtica, yerini komünizme bıraktı.
• Türkiye anayasasında komünizmden esinlenerek yapılmış maddeler değiştirildi.
• Mecliste grubu olan DP ve CHP birbirlerini komünizmle yeteri kadar mücadele etmemekle suçladılar.
• Daha önce irtica denerek dışlanan dinî hassasiyetler toplumsal yaşamda ön plana çıkartıldı.

Dış Tehdit Algılamalarındaki Bazı Değişimler

• II. Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu dünyanın ortaya çıkması Türkiye’yi de etkiledi. Türkiye, SSCB’nin saldırgan tutumu karşısında ABD ve Batı’nın yanında yer aldı. Türkiye iç ve dış siyasetinde ABD eksenli bir politika izledi.

• Türkiye dış politikasının merkezine ABD’yi yerleştirdi. ABD’nin içinde olduğu veya ABD’nin istediği kuruluşlara dâhil oldu.
• ABD karşıtı olan kuruluşlardan ve devletlerden uzak durdu.
• ABD ile müttefik olmanın Türkiye’ye sağladığı güven ve rahatlık ile hızlı bir dışa açılım sürecine girildi.
• Daha önce SSCB ve Avrupa ağırlıklı olan ithalatın yönü ABD’ye yöneldi. Amerikan malıdır yazısı kalitenin göstergesi kabul edildi.
• 1947-51 yılları arasında Türkiye’ye yapılan yardımın miktarı yaklaşık 400 milyon dolardı. Bu çerçevede Türk ordusuna Proje 500 kapsamında eğitim, nakliye ve bombardıman uçakları verildi fakat bu malzemelerin bakımı Türkiye’ye külfet oldu. Yedek parça ve bakıma aşırı para harcanması Türkiye ekonomisini zora soktu. Bütün bunlar Türkiye’yi ABD’ye bağımlı hâle getirdi. Bu bağımlılık siyasi tercihleri de etkiledi. Türkiye’nin İslam dünyasına rağmen İsrail’i tanıyan ilk
Müslüman ülke olması buna bir örnektir.
• Türkiye 1949’da toplanan Asya Devletler Kongresi’ne katılmadı, kendisini bir Avrupa devleti gibi görerek Asya’dan uzaklaştı.

3.4.2. Kore Savaşı ve Türk Dış Politikası

II. Dünya Savaşı devam ederken yapılan Yalta ve Potsdam Konferanslarında Kore’nin paylaşımı gündeme geldi.1945’te SSCB, Japon işgalindeki Kore topraklarının 38. enleme kadar olan kısmını işgal etti. Savaş sonrasında işgal ettiği bölgelerden çekilmedi. ABD’nin kontrolündeki Kore topraklarında 10 Mayıs 1948’de seçimler yapılarak Güney Kore Cumhuriyeti kuruldu. SSCB de 38. enlemin kuzeyinde seçimler yaparak Kore Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağladı. Bu gelişmelerle Kore ikiye bölünmüş oldu.

SSCB, Çin’de komünist idare kurulunca (1948) ABD’yi Asya’dan atma planını uygulamaya koydu. Kuzey Kore kuvvetleri 25 Haziran 1950’de Güney Kore’ye saldırdı. ABD ise BM bünyesinde Birleşmiş Milletler Kuvveti oluşturarak General MacArthur’un (Mekartur) komutasında Güney Kore tarafında savaşa dâhil oldu. Kore Harbi’nde Türk birliklerinin özellikle Kunuri’de gösterdikleri kahramanlıklar savaşın seyrinde önemli rol oynadı.

1951’de başlayan barış görüşmeleri 1953’te Stalin’in ölümü üzerine neticelendi. Yapılan Panmunjom (Panmınyom) Mütarekesi ile savaş sona erdi.

Türkiye’nin savaşa katılmasında etkili olan faktörlerden bazıları şunlardır:
• Türkiye’nin Truman ve Marshall Yardımlarını yapan ABD’yle ilişkilerini sekteye uğratmak istememesi
• ABD’nin Senatör Cain (Keyn) aracılığı ile Türkiye’den savaşa katılması yönünde talepte bulunması
• Türkiye’nin SSCB tehdidi karşısında güvenlik sorununu çözmek için NATO’ya dâhil olmak istemesi
• Türkiye ile ABD arasındaki savunma ve güvenliğe yönelik iş birliğinin geliştirilmesi

3.4.3. Türkiye’nin NATO’ya Üye Olması

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu ilk yıllardan itibaren kendisi için en büyük tehlikeyi oluşturabilecek SSCB ile barışçı bir siyaset izledi. II. Dünya Savaşı sonrası Moskova, yirminci yılını dolduran Türkiye ile Saldırmazlık ve Dostluk Antlaşması’nı yenilemedi. Bir nota ile Türkiye’den Doğu Anadolu’dan toprak ve İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’ndan üs talep etti. Türkiye, Truman Doktrini ve Marshall Yardımları ile Batı Bloku’nda kısmi olarak yer buldu.

Türkiye Marshall Yardımları kapsamına dâhil edilmek, SSCB tehdidine karşı kurulmuş olan NATO’ya üye olabilmek için kuruluşundan üç ay sonra Avrupa Konseyine katıldı. Bu hamlesiyle konseyin kurucu üyeleri arasında yerini aldı.
ABD ile müttefik olmanın yolu ise NATO’ya üye olmaktan geçiyordu.

Türkiye’nin NATO’ya girmesinin gerekçelerinden bazıları şunlardır:
• Sovyet tehdidi karşısında Türkiye’nin güvenlik sorununu çözmek
• ABD ile ilişkileri geliştirerek çağın gerisinde kalan Türk ordusunu modernize etmek
• Çağın gereği olan demokratik yapının gelişip yerleşmesi için ekonomik gelişmişliği sağlamak

ABD’nin Türkiye’yi NATO’ya kabulünün gerekçelerinden bazıları şunlardır:

• ABD’nin SSCB’ye karşı Türkiye’den üs talebinin ortaya çıkması 
• Türkiye’nin Orta Doğu ve petrol bölgelerine yakın olması
• Doğu Avrupa ülkelerinin silahlanmaya başlaması
• SSCB’nin komünizmi Yunanistan ve Türkiye’ye yayabileceği endişesi
• Kore Savaşı’nda yaptığı katkılardan dolayı NATO Konseyi 17 Ekim 1951’de Türkiye’nin birliğe üyeliğini kabul etti. 19 Şubat 1952’de TBMM, Türkiye’nin NATO’ya üyeliğini onayladı. Türkiye’nin NATO’ya üyeliğine SSCB sert tepki verdi fakat NATO üyesi olan Türkiye bu tehdide boyun eğmedi.

3.4.4. NATO Üyeliği Sonrası Türk Silahlı Kuvvetlerindeki Değişimler

Henüz kurulma aşamasında olan Türkiye Cumhuriyeti savunma sanayisi, ABD’nin Truman ve Marshall Planları kapsamında Türkiye’ye yaptığı askerî yardımlardan olumsuz etkilendi. Türkiye, NATO’ya dâhil olması ile ABD güvenlik çemberine de dâhil edildi. Devletin yurt içinden temin etmeye çalıştığı askerî ihtiyaçlar ABD tarafından karşılandı. Bu yardımlarla yerli sanayi gereksiz konuma düşürüldü, mevcut tesisler lağvedildi ve planlanan yatırımlardan vazgeçildi. Artık kendi kendini çeviremeyecek duruma gelen askerî malzeme üretim tesisleri, 1950’de çıkarılan kanunla Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) Genel Müdürlüğü bünyesine alındı. Millî savunma sanayi ruhu Savunma Bakanlığınca Ar-Ge Daire Başkanlığı bünyesinde (1954) yaşatılmaya çalışılmışsa da istenen sonuçlar elde edilemedi.

NATO etkisi ve desteğiyle Türkiye’de yapılan askerî yatırımlar ve oluşumlar şunlardır:

• Yapılan teçhizat ve silahların kullanımını öğretmek için ABD ve diğer NATO ülkelerinden Türkiye’ye askerî uzmanlar geldi. Bu uzmanlar Türk askerî okullarında ve askerî akademilerde görevlendirildiler.

• Gelen uzmanlar Türk askerî eğitim sistemini şekillendirmeye başladılar. Sonrasında Türk askerî sistemi tamamen ABD modelini alarak kökten değişime uğradı.
• Gelen askerî yardımlar ile Adana İncirlik Hava Üssü, İzmir NATO Güney Komutanlığı, Çiğli, Diyarbakır, Trabzon, Samsun, Gölbaşı, Karamürsel gibi askerî üsler inşa edildi. 1970 yılına gelindiğinde bu üslerdeki Amerikalı personel sayısı 25 bine ulaştı.

Genel olarak değerlendirildiğinde NATO adına ABD’nin Türkiye’ye yaptığı yardımların bazı nedenleri şöyle sıralanabilir:

• SSCB saldırılarına karşı duracak güçlü bir tampon ülke olarak Türkiye’yi desteklemek
• Türkiye’nin Bağlantısızlara katılma ihtimalini ortadan kaldırmak
• ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarları için güçlü ve kendine yakın bir Türkiye’nin varlığına duyduğu ihtiyaç
• ABD üslerinin kurulması ve korunması için gereken ekonomik desteği vermek
• Çevreleme politikasında Türkiye’ye duyulan ihtiyaç

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tehdit Algısında Değişim

ABD ve NATO’nun SSCB’yi etkisiz hâle getirmek için oluşturduğu Çevreleme Politikası doğrultusunda Türkiye de bazı hamlelerde bulundu. SSCB tehlikesine karşı 1953’te Türkiye’nin girişimleri, Yunanistan ve Yugoslavya’nın katılımıyla Balkan İttifakı imzalandı. Türkiye ve Irak tarafından 1955’te kurulan Bağdat Paktı’na İngiltere, Pakistan ve İran da katıldı. Bu paktın amacı SSCB tehdidine karşı Arap ittifakının kurulmasıydı fakat Irak dışında hiçbir Arap ülkesi pakta katılmadı. Bununla birlikte SSCB, Arap ülkelerinde Bağdat Paktı karşıtı taraftarlar bulup Orta Doğu’ya daha kolay yerleşti fakat bu pakt, amacına ulaşamadığı gibi Türkiye’nin Arap dünyası ile olan ilişkilerine zarar verdi.
Türkiye 1960’lı yıllarda Kıbrıs Meselesi’nin ortaya çıkmasıyla ittifak içerisinde olduğu Batı Bloku’ndan beklediği desteği bulamadığı gibi uluslararası politikada da yalnızlığa düştü.

3.5 DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE TÜRKİYE’DE MEYDANA GELEN SİYASİ, SOSYOKÜLTÜREL VE EKONOMİK GELİŞMELER

3.5.1. Toprak Reformu ve Demokrat Partinin Kurulma Süreci

Ülkemizde 1930’lu yıllarda toprak reformu gündeme gelmeye başladı. 1937 yılı meclis açış konuşmasında Mustafa Kemal Atatürk: “Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise bir çiftçi
ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünmemesidir.” demiştir.

1945’te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun (ÇTK) mecliste gündeme gelmesi hem CHP içinde hem de kamuoyunda tepkilere yol açtı. CHP yönetiminin toprak reformu uygulamasına karşı en sert eleştiriyi, yasa tasarısının Nazi Almanyasından etkilenilerek hazırlandığını söyleyen Adnan Menderes yaptı.

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na göre yapılacaklar şu şekilde belirlenmişti:

“Geniş düzlüklerin bol olduğu yerlerde 5000 dönümden, düzlüklerin az olduğu yerlerde 2000 dönümden fazla toprağa sahip özel toprak sahiplerinin ellerindeki fazla topraklar kamulaştırılacaktı. Arazisi olmayan ya da yetmeyen çiftçilere ve çiftçilik yapmak isteyenlere aileleri ile geçimlerini sağlayacak ve iş kuvvetlerini değerlendirecek ölçüde toprak verilecek, toplu köylerde güzel ve sağlıklı evler kurulacaktı. Bunun yanında topraklarını üst üste üç yıl ekmeyen veya arazilerine
bakmadıkları tespit edilen çiftçilere yaptırımlar uygulanacaktı. Ayrıca çiftçilere toprak verilmesi, askerliğini yapma şartına bağlanacaktı.”

Yasa tasarısı görüşmelerinde tek parti yönetimine karşı yapılan muhalefet ve gruplaşma, daha önce bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından denenen ancak başarısız olunan çok partili döneme geçişte, büyük rol oynadı. Ayrıca bu görüşmeler yeni oluşumun lider kadrosunu da belirledi.

Yaşanan bu sürecin peşinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan ülke ve parti içi liberalleşme isteklerini Dörtlü Takrir adı altında meclis grup başkanlığına sundu. Bu takrir (önerge) genel olarak bakıldığında daha çok demokrasi ve hürriyet için verildi. Verilen bu takrir milletvekillerinin tümünün oyu ile reddedildi. Dörtlü Takrir’e imza atan Köprülü ve Menderes partiden ihraç edildi (21 Eylül). Arkasından Celal Bayar İzmir milletvekilliğinden istifa etti (28 Eylül). Parti yönetimi 27 Kasım 1945’te Koraltan’ı da partiden ihraç etti. Bu gelişme üzerine Celal Bayar kendi isteğiyle 3 Aralık 1945 günü CHP’den ayrıldı. Tek partili sistem, 18 Temmuz 1945’te Millî Kalkınma Partisinin kurulmasıyla sona ermişti.  Ancak bu parti kamuoyundan destek bulamadı.

Celal Bayar ve arkadaşları, Demokrat Partiyi 7 Ocak 1946’da resmen kurdu. Celal Bayar’ın genel başkanlığa getirildiği Demokrat Partinin diğer kurucu ve yöneticileri; Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan oldu. 

Demokrat Partinin Kurulması ile Türkiye’de Yaşanan Bazı Gelişmeler

• CHP iktidarı Türkiye tarihinde ilk olarak tek dereceli seçim sistemini kabul etti.
• Gazete kapatma yetkisi hükûmetten alınarak mahkemelere verildi.
• Üniversitelere özerklik verildi.
• Köylü ve işçilerin desteğini kazanmak için Toprak Mahsulleri Vergisi kaldırıldı.

3.5.2. Türk Demokrasi Tarihinde 1946-1950 Seçimleri

21 Temmuz 1946’da seçim tek dereceli olarak yapıldı fakat yargı denetimi yoktu. Oylar açıkta veriliyor, gizli sayılıyordu (açık oy-gizli tasnif) ve çoğunluk sistemi uygulanıyordu. Bu sistemle oluşan VIII. Dönem TBMM, 1946’da yapılan milletvekili genel seçimleriyle başladı, 1950 seçimleriyle sona erdi. 1946 seçimleri her 40 bin kişi için bir milletvekili seçilmesi şeklinde yapıldı. Bu esasa göre 1946’da yapılan milletvekili genel seçiminde seçilecek olan milletvekili
sayısı 465 olarak belirlendi.
1946 seçimleri sonucunda iki siyasi parti (CHP ve DP) meclise girdi. 1946-1950 yılları arasında iki parti arasında gerginlikler yaşansa da TBMM, çok partili hayatın gerektirdiği yasal değişimleri yaptı.

1948’de Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklikler:

• Seçim kurullarının yapısı değiştirilerek katılım genişletildi. Siyasi parti temsilcilerinin seçim kurullarında yer alması kabul edildi.
• Belediye başkanı ve meclis üyeleri seçim komisyonlarında görev almayacak, komisyon üyeleri seçim kurullarınca yalnızca seçmenler arasından seçilecekti.
• Partilerin ve bağımsız adayların temsilcileri, seçim komisyonlarında seçim işlemlerini izleyebilecekti

• Oyların kapalı oy verme yerinde verilmesi zorunlu tutuldu, böylece gizli oy ilkesi güvence altına alındı.
• Seçime katılan siyasi partilerin birer temsilcisi, oyların sandığa atılması ve sandığın açılıp oyların sayılması sırasında seçim kurul ve komisyonlarında hazır bulunmaya yetkiliydi.

TBMM, 24 Mart 1950 günlü oturumunda milletvekilleri seçimlerinin yenilenmesine karar verdi. 14 Mayıs 1950 seçimleri büyük bir olgunluk ve sükûnet içinde geçti. Beyaz İhtilal olarak adlandırılan bu seçimle seçmenler, 27 yıllık tek parti iktidarına son vererek DP’yi iktidara taşımışlardır.

3.5.3. Gümüş Motor

1956’da genç mühendis Necmettin Erbakan’ın girişimiyle Türkiye’nin ilk yerli motorunu üretmek için temeli atılan Gümüş Motor, 20 Mart 1960’ta dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan tarafından bir motor pistonu içerisinde kendisine sunulan makasla açıldı. Şirketin Umum Müdürü Necmettin Erbakan kendisine 30 bin m2 lik bir alana kurulu olan fabrikayı gezdirdi ve açıklamalarda bulundu. 12 bin m2 lik kapalı saha içerisinde yer alan dökümhane, çelik işleri atölyesi, piston dökümhanesi, modelhane ve tecrübe stantlarından oluşan bölümler ziyaret edildi.

Türkiye’de 1960 Mart’ında 9 ve 15 PS’lik dizel motorların seri hâlde imal edildiği, 30 PS’lik iki silindirli motorların da imalatına başlandığı yerli bir motor fabrikası vardı.

Gümüş Motor’un diğer bir özelliği de kuruluşunda öz kaynaklardan yararlanılmıştır. Türkiye’nin 1956-1960 yılları arasında içerisinde bulunduğu ekonomik bunalıma ve TL’nin dolar karşısında yaklaşık üç kat değer kaybetmesine rağmen bu konuda taviz verilmemiştir.

İthalatçılar ülkenin ziraat memleketi olarak kalmasından ve ithalatın devam etmesinden yanadırlar. Çünkü onlar için kolayca para kazandıkları bu düzenin sürmesi için Gümüş Motor sonlandırılmalıdır. Gümüş Motor’un hissedarlarından olan Şeker Şirketi, tüccarlardan hisseleri %75 değeriyle topladı. Şeker Şirketi hisselerin çoğuna sahip olunca Necmettin Erbakan, fabrika genel müdürlüğünden uzaklaştırıldı. Gümüş Motor artık Pancar Ekici Kooperatiflerinin söz sahibi olduğu bir firma oldu ve adı “Pancar Motor” olarak değiştirildi. 1965’te Alman Hatz firması ile lisans antlaşması yapıldı, benzinli ve hava soğutma sistemli motor üretimine geçildi.

3.5.4. 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi

1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, 1954 ve 1957 seçimlerini de kazandı. DP iktidarı 1955 yılına kadar sanayide, ekonomide, tarımda gerçekleştirdiği atılımlarla halkın desteğini kazandı fakat bu tarihten sonra ekonomik sıkıntılar arttı, muhaliflerin sert eleştiri ve saldırıları başladı.

Demokrat Partinin on yıllık iktidarı döneminde iktidar-muhalefet ilişkilerinde gerginlik ve tahammülsüzlüklere dair bazı örnekler:
Halkın dinî duygularını sömürdüğü ileri sürülerek Millet Partisi, 18 Ocak 1954’te kapatıldı.
• CHP, Demokrat Partiyi irticayı desteklediği; DP de Cumhuriyet Halk Partisini halkın dinî hislerine saygı göstermediği gerekçesiyle eleştirdi.
• 14 Temmuz 1958’de Irak’ta gerçekleşen askerî müdahale, DP’yi muhalefete yönelik daha katı önlemler almaya yöneltti.
• CHP’lilerin kurmakta olduğu cepheye karşı DP tarafından Vatan Cephesi kuruldu.
• İsmet İnönü’nün Nisan 1959’da Ege illerini kapsayan bir propaganda gezisine, Büyük Taarruz’da Yunan Başkomutanı Trikopis’i esir aldığı Uşak’taki evi ziyaret ederek başlaması tepkilere yol açtı. İnönü, Uşak’tan İzmir’e giderken saldırıya uğradı. 1957-60 döneminde yaşanan bu ve benzeri olaylar iktidar ile muhalefet arasındaki gerginliği artırdı.
• İktidar ile muhalefet arasında yaşanan gerginlik, birçok kuruluşun yanı sıra üniversitelere de sıçrayarak öğrenci olaylarının başlamasına yol açtı. Öğrenci olaylarının artması ve kontrolden çıkması üzerine hükûmet, Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan etti.

Yaşanan bütün bu gelişmelerin sonunda ülkede siyasal ve sosyal bir kriz yaşandı. İstanbul ve Ankara’da meydana gelen olaylar ülkede kardeş kavgasının çıkmakta olduğu izlenimini verdi. Ordu içerisinden bir grup subay, 27 Mayıs 1960’ta hem komuta kademesine hem de siyasal iktidara başkaldırdı. 27 Mayıs 1960 sabahı yapılan darbeyle Türkiye, henüz yeni başladığı demokrasi sürecine ara vermek zorunda kaldı. Millî Birlik Komitesi (MBK), 27 Mayıs 1960’ta yönetime el koyarak DP’yi tasfiye ettirdi.

DP üyeleri Yassıada’daki askeri mahkemelerde yargılandı. Özellikle demokratik usullerle iktidara gelen Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idam edilmesi Türk demokrasi tarihinde kara bir leke olarak değerlendirilir.

Darbe sonrası oluşturulan Kurucu Meclis; MBK üyeleri, kapatılan DP dışındaki siyasi partiler, meslek teşekkülleri vb. kuruluşlardan seçilen temsilcilerden oluştu. Kurucu Meclisin hazırladığı anayasa 9 Temmuz 1961’de yapılan referandumda %61,7 oyla kabul edildi. Kabul edilen anayasayla hâkimler ve özellikle Anayasa Mahkemesi, hükûmetin kanunlarına karşı durabilme ve hatta onları iptal edebilme hakkına sahip oldu. Üniversiteler özerk yapılar hâlini aldı, rektör istemedikçe isyan çıksa bile polisin üniversiteye girmesi engellendi. Dernek kurma, silahsız ve saldırısız toplanma veya gösteri yürüyüşü yapma hakkı; çalışanların önceden izin almaksızın sendika ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve ayrılma hakkı; toplu sözleşme ve grev hakkı 1961 Anayasası’nda yer aldı. 1961 Anayasası’yla senato ve anayasa mahkemesi gibi pek çok yeni kurum oluştu.

1961’de yapılan seçimlerde CHP-173, AP (Adalet Partisi)-158, CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi)-54, YTP (Yeni Türkiye Partisi)-65 milletvekili çıkarttı ve koalisyonlar dönemi başladı. Meclis Cemal Gürsel’i cumhurbaşkanı olarak seçti. 1965 yılındaki seçimleri AP kazandı. Bu süreç 1971 Askerî Muhtırası ile sona erdi.

3.5.5. Türkiye’nin İlk Otomobili Devrim

II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin Avrupa ile Türkiye’ye yardımda bulunduğu Truman Doktrini ve Marshall Planı’nın ön koşullarından biri Türkiye’de kara yollarına dayalı bir ulaştırma sistemine geçilmesiydi. Bu durum Türkiye’de Amerikan
menşeli otomobil ve otobüs sayısını artırdı. Ancak zamanla bu araçların yedek parça masrafları döviz stoklarında ciddi bir kayba yol açtı.

Cemal Gürsel’in direktifleriyle ordunun binek araç ihtiyacını karşılayacak bir otomobil tipinin geliştirilmesi görevi Eskişehir Devlet Demir Yolları Fabrikalarına verildi. Bu iş için 1 milyon 400 bin TL ödenek ayrıldı ve Devrim adı verilen
4 otomobilin 29 Ekim törenlerine yetiştirilmesi istendi. Mühendislerin ve işçilerin otomobilleri yetiştirmek için 129 günleri vardı.

Nihayet ekim ortalarında Devrim otomobillerinden ilki tecrübeye hazır hâle geldi. Bir yandan bu ilk otomobilin yol tecrübeleri sürdürülürken bir yandan da cumhurbaşkanına sunulmak üzere ikinci otomobilin yetiştirilmesine çalışılıyordu. Siyah renkteki bu 2 numaralı Devrim’in son kat boyası ancak 28 Ekim akşamı vurulabildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, birinciye değil, benzin konulma fırsatı bulunamamış siyah renkli ikinci Devrim otomobiline bindi. Araba çalıştırıldı. Yaklaşık 100 metre giden otomobil durdu. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in “Ne oluyor?” sorusuna direksiyondaki Yüksek Mühendis Rifat Serdaroğlu “Cumhurbaşkanım, benzin bitti.“ cevabını verdi. Cumhurbaşkanından özür dilenerek 1 numaralı Devrim’e geçmesi rica edildi. Bunun üzerine Cemal Gürsel Anıtkabir’e bu otomobille gitti. İnerken ünlü “Batı kafasıyla otomobil yaptınız ama Doğu kafasıyla benzin ikmalini unuttunuz.” sözlerini söyledi.

Ertesi gün yayımlanan tüm gazeteler söz birliği etmişçesine “Devrim yolda kaldı.”, “Devrim’in benzini bitti.”, “Devrim yürümedi.”, “Devrim ancak 200 metre yürüdü.” başlıklarıyla çıktı. Oysa 2 numaralı Devrim, aynı gün Hipodrom’daki geçit törenine katılmıştı. Haber, yorum ve fıkralarda yalnızca harcanan onca paranın boşa gittiği ifade ediliyordu. Böylece Devrim arabası defteri kapanmış oldu. Onu üretenler bu olup bitenler karşısında şaşkın ve bir o kadar da kırgındılar.

TEBRİKLER, ÖZETİN SONUNA GELDİNİZ.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir